27 Şubat 2011 Pazar

bir yer var biliyorum





boyumdan büyük hayallerim var benim.
biliyorum bir yer var bu yıkık dökük viranenin ortasında,
bir yer var biliyorum
gökyüzünü rahatça görebileceğim.




 

23 Şubat 2011 Çarşamba

aşk korkunç olamamaktır




Aşk güzel bakmaktır, tatlı bir tebessümdür dünyaya,
taze bir güzellik, uysal bir kabulleniştir çevresinde olan biteni,
aşk güzelliğe övgüdür, emsalsiz olmaktır,
üşümemektir aşk, yüreği yüklü olmaktır,
akıp giden zamana kafa tutmaktır,
aşk gençliktir



ve ne kadar uğraşsanda
korkunç olamamaktır aşk.


17 Şubat 2011 Perşembe

tesadüfler


Blogumu uzun bir süre öksüz bıraktığımın farkındayım. Öykü yazma derdine düştüğümden; yoksa ihmal filan yok yanlış anlaşılmasın. Öyküyü her yerde aradım; sokakta yürürken, yolda kulağıma çalınan konuşmalardan, insanlarla sohbet esnasında hatta gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde… Bulamadım, belki de buldum burun kıvırdım.  Kısa bir süreliğine pes ettim ben de. Başkalarının yazdığı öyküleri okudum o sırada, filmler izledim. Bazılarının kurgusuna hayran kaldım, bunu daha önce niye ben düşünmedim diyerek hayıflandım. Bu da benim kısaca yazamama öyküm. Neyse benim anlatmak istediğim hikaye başka aslında.
Bugün "Aşk tesadüfleri sever" filmini izlemeye karar verdim. Vakit erken olduğu için önce bir şeyler atıştırıp ardından  mağazaları gezmek niyetindeydim. Canım çıtır, çıtır taze simit yanında kaşar peyniriyle demli bir çay çekti.  Nautilus’ta denemeyenler bilmez, son yıllarda yediğim en lezzetli simidi  Carefour'da yapıyorlar, hem de sokak simidi tadında ve her daim sıcak. Simidin yanına ince bir dilim Trakya kaşarı kestirdim çekine, çekine.  Meğer tıpkı köşe başındaki bakkal gibi büyük marketlerde de gramajın önemi yokmuş. Nevalemi alıp, meyve reyonunun tam karşısındaki küçük mekâna gidip geleni geçeni rahatça izleyebileceğim bir masaya yerleştim. Alışverişini tamamlayıp ağzına kadar dolu sepetleriyle soluklanmak için buraya uğrayıp çay içenler, karınlarını doyuranlar, benim gibi simidin tadını keşfetmiş olanlara sırtımı dönüm, sıcak çayımı yudumlayıp simide kaşarı katık ederek önümden gelip geçeni izlemeye koyuldum. Nazım’ın dediği gibi; memleketimden insan manzaraları yerine marketimden insan manzaralarını seyrediyordum oturduğum yerden. Bir ara gözüm yanı başımdaki Krispy Kreme tezgahına takıldı,  tezgahın üzerine  tadımlık olarak sunulmuş  donutlar dizilmişti. Önümden geçen orta yaşlı bir kadın kararsız adımlarla tezgaha yanaştı ve ikrama yakından baktı. Tezgâhtaki genç, - alın bir tane, tadına bakın diye cesaretlendirince kürdana takılı küçük bir parçayı ağzına attı. Yüzündeki ifadeyi dikkatle izliyordum. Beğenmeyeceğini daha en başından anlamış gibiydim. Gözlemeye, mantıya, ev yapımı puaçaya, kek’e, mis gibi su böreğine, baklavaya, kadayıfa alışkın beden tanıştığı ne idüğü bellirsiz  bu yeni tadı yiyecek hafızasında uygun bir yere yerleştirmeye çalışıyordu besbelli.  Sevgililer gününe özel çıkarıldığı her halinden belli kalp şeklinde, üzeri kırmızı şekerle süslenmiş donutlardan bir tane de ben denedim. Ağzımın içindeki lokma, tadıyla birlikte yok olup gitti bir anda. Simide ihanet etmişim gibi geldi bana, hemen bir parça koparıp ağzıma atarak onun gönlünü hoş ettim. Tezgâhtaki gencin gülümseyen yüzünden aldığım cesaretle, biraz da sohbet etmek isteyerek - sen bunun tadını seviyor musun? diye sordum çekine, çekine.  Sevmiyorum, hamuru bir garip geliyor bana diye cevapladı. Rahatladım. Elimdeki simidi göstererek bunun yerini hiçbir şey tutmaz değil mi diye küçük bir parçada ben ikram ettim, geri çevirdi kibarca. Doğru ya; elindeki simitle donut tezgahında satış yapmak pek de hoş kaçmazdı herhalde.
Aramızdaki sohbet, gençlerin bizim zamanımızdaki lezzetlere yabancılaşmış olmasından açıldı, giderek şimdiki devir ile bizim devrin karşılaştırmasına döndü. Sanki aynı devrin çocuklarıydık ikimiz de,  oysa o taş çatlasa otuzlarında görünüyordu. Çok sayılmazdı canım aramızdaki kuşak farkı, bunu bana hissettirmeyen konuşmalarından dolayı çocuktan hoşlanmıştım. Laf nereden geldi hatırlamıyorum, evli misin? diye sordum özelleşmedeki cesaretime şaşarak.
-Değilim ve sanırım evlenmeyeceğim.
-Neden ki?
-Yaşadıklarımdan sonra, buna cesaret edebileceğimi sanmıyorum.
-Ne yaşamış olabilirsin ki böyle düşündürecek, geçmişe takılma geleceğe bak gibi beylik laflarla konuyu geçiştirmeye çalıştım. Sohbetin geldiği noktadan hoşlanmamıştım, ancak tedirgin olmamı gerektirecek bir şey de yoktu ortada.
 -Ben iki kez nişanlandım ve ikisi de trafik kazasında öldü.
İşte bunu hiç beklemiyordum. Gözlerim gelip geçenlerin üzerinde takılı kaldı. Çocuğun söylediklerinin gerçek olup olamayacağını kafamda evirip çeviriyordum sürekli.
-Büyük talihsizlik, çok üzüldüm gerçekten, çok genç insanlar, yazık gibi bir şeyler söyledim.
-İlkine ben de çok üzüldüm, hala unutamam, onu çok seviyordum daha on sekiz yaşındaydı. İkincisi ailemin zoruyla oldu. Allah var ben onu hiç istemedim ama yine de çok üzüldüm öldüğüne. İkisi de babalarıyla birlikteyken oldu, ben yoktum yanlarında.
-Beni işletmiyorsun değil mi? diye sordum kendimi garantiye almak istercesine. Bu kadar talihsizliğin aynı adamın başına gelmesi bence  biraz abartılıydı. Hayal gücü benden çok zengin, ayaküstü hikaye yazmada benden çok usta bir genç olabilirdi karşımdaki.
-Yok, niye yalan söyleyeyim ki, isterseniz ispatı var, yaşadım ben bunları ve o insanlara bir şekilde uğursuz geldiğime inanıyorum. Yani bunca olaydan sonra yeni biriyle tanışmak zor, ya onun da başına bir şey gelirse?
Aklımdan daha önce böyle üst üste talihsizlikleri yaşadıklarını duyduğum insanlar geçti, onları örnek vermek istedim ama bu saçmaydı tabi. Başkalarının felaketiyle avunabilir miydi insan?
-Gerçekten talihsizlik, ama sen takılma bunlara, belki de ciddi bir sınavdan geçtin ve mezun oldun. Belki de tüm yaşadıklarını sana unutturacak biri karşına çıkacak ve sen hiçbir olumsuzluk düşünmeden onu seveceksin, olamaz mı?
-Bilmem, olabilir mi?
-Senin için çok iyi şeyler olmasını yürekten diliyorum, ciddiyim gerçekten diyerek kalkmak için hareketlendim. Bir çay daha içseydiniz diyerek gülümsedi. Sinema saatim geldi diyerek oradan ayrıldım.
Filmi hıçkırıklarımızı tutarak, gözlerimizden sular seller gibi yaşlar akıtarak izledikten sonra bir anda o soru geldi aklıma. Bu kadar tesadüf olabilir mi?  Sonra tezgâhtar çocuğu düşündüm -neden olmasın?
Okuduğum bir kitaptan alıntı: gerçek ile kurgu arasındaki tek fark, kurgunun anlamlı olma zorunluluğudur.
Bence ne kadar doğru… Hayatta, kurguyu aratmayacak o kadar çok öykü var ki bizim inanmaya hazır olup  yaşamayı kabul ettiğimiz…