20 Aralık 2010 Pazartesi

çam ağacı



Perihan’ın mutfağında sabahtan beri hummalı bir çalışma vardı. Geceden ıslattığı buğdayı, fasulyeyi, nohudu koca bir tencereye koyup ocağın üzerine yerleştirip altını yaktı. Mutfak masasının üzerinde her birini sabırla küçük,  küçük doğradığı kayısı, incir ve elmanın üzerine rendelenmiş portakal kabuğuyla yıkanmış kuru üzümleri de ilave ederek hazırladığı malzemeleri tencerede kaynamakta olan helmelenmiş karışımın üzerine döktü. Tahta kaşığın ucundan üfleyerek tadına baka,  baka şekeri koydu en son. Kıvamının iyi olduğuna kanaat getirerek büyük bir kepçeyle tezgâhın ve masanın üzerine dizili cam kâselere aşureyi boşaltmaya başladı. Taneler, içinde yüzdüğü sıvıya asılı kaldığında sonuç başarılı demekti, dibe çöküyorsa fena. Bu gözlemi ta küçücük bir kızken gelin geldiği koca evinde, rahmetli kaynanasını sürekli izleyerek edinmişti Perihan.  Bu kızın eli her işe yatkın derdi kaynanası onun için, ustanın yanında çıraklık dönemini tamamladıktan sonra aşure yapımında boynuz kulağı geçmişti artık. Onun yaptığı aşureyi yiyip de tarifini sormayan yoktu. Her seferinde malzemelerini tek, tek sıralar ancak kaynanasından kaptığı püf noktalarını kendine saklardı. Bunlar yalnızca gelinine aktaracağı geleneksel mutfak sırları olarak kalacaktı oğlu evlenene kadar. Muharrem ayını da bahane ederek o gün duaya gelecek olanlar özellikle aşure yapmasını isteyince, sevabının kayınvalidesinin ruhuna ulaşmasını dileyerek seve, seve kabul etti Perihan.
Kâselerde dumanı tüten aşurelerin üzerlerine bir kaç damla gülsuyu gezdirdikten sonra süsleme bölümüne geçti. Önce kavrulmuş susam, ardından fıstık, kuş üzümü, iri kıyılmış ceviz ve son olarak da nar taneleri… Hazırladığı kâselere bakıp mükemmel göründüklerini düşünerek, misafirler gelmeden eksik gedik var mı diye kolaçan etmek için salona yöneldi.
                                                                      ****
Sabah saat tam yediyi gösterdiğinde Azim gözlerini açtı. Karısı yatağın diğer tarafında hiç kıpırdamadan, yorgana sarınmış uyuyordu. Her gece yatarken kombiyi kapattığı için o sabah da evin içi çok soğuktu. Avuç içlerine hohlayarak ellerini ısıtmaya çalıştı. Banyoya girip uzun, uzun işedi, yüzünü yalap şalap yıkadıktan sonra yatak odasına döndü. Geceden teperek yere çıkardığı pantolonu ile sandalyenin üzerinde duran kazağını çabucak üzerine geçirip parmak uçlarına basarak sessizce odadan çıktı. Salonda yüzükoyun yatmış, sağa sola açtığı kolu bacağı daracık kanepeden  taşan oğlunun üzerini örttü.  Portmantoda asılı kabanını giyinip, yeşil kukuletasını kafasına geçirdikten sonra kapıyı kapatıp çıktı.
Her kattaki dairenin kapısını tek,  tek dolaşıp, akşamdan bırakılan notları elindeki küçük deftere kaydetti. İki ve beş numara kapıya torba koymuştu, bu ekmek alınacak anlamındaydı. Bir numara her sabah küçük kızı için bir kutu günlük süt ve cumhuriyet gazetesi beklerdi. Üç, dört ve altı numara için her gün gazete koyardı kapıya. Sadece altı numara arada bir okuduğu gazeteden sıkılıp başka gazeteye geçer, birkaç gün denedikten sonra tekrar eski gazetesine geri dönerdi. Diğerleri taşındıklarından beri aynı gazeteyi istiyorlardı. Azim servis sepetini alıp binadan çıktı. Hava çok soğuktu, bu gece kesin kar yağacak diye geçirdi aklından. Kokusundan anlamıştı. Hava tahmini konusunda yıllar önce inşaattan düşüp beş yerinden kırılan koluyla, küçükken dedesi tarafından eğitilmiş burnu hiç şaşmazdı. Servisi bir an önce bitirip bahçedeki ağacı süsleme işine koyulmak istiyordu. Bugün yılın son günüydü ve sokaktaki diğer binalar gibi onun binası da süslü olmalıydı.
                                                                      ****
Uzun zamandır sabahları zor kalkıyordu Cemal. Uyandığında içini nedenini bilmediği derin bir sıkıntı kaplıyor tüm vücudu gece taş taşımış gibi ağrıyordu. Özellikle bu sabah ki gibi karanlık ve kasvetli havalarda canı yataktan çıkmayı hiç istemezdi. Belki de gözünü kapayıp, yorganı üzerine çekerek tekrar uykuya dalabilirse, tüm sıkıntılarından ve ağrılarından kurtulmuş olarak yeniden uyanabilirdi.  Ancak yatakta ne kadar debelenirse debelensin, o huzur veren ikinci uyku gelmezdi bir türlü.  Çaresiz kalkıp memuriyet zamanlarından kalma alışkanlıkla traşını oldu, karısının hazır ettiği ütülü kıyafetleri giyinerek mutfağa geçti. Ocakta kaynayan çayın buharından buğulanmış camı eliyle silip dışarıya baktı. Alt kattaki öğretmen hanımın küçük kızı servise binmiş giderken annesine el sallıyordu. Onları öyle görünce yüreği cız etti. -Hiç kızgın olmadığın halde bazı insanları görmek istemezsin, işte ben de bu anne ile kızını hiç görmek istemiyorum, dedi karısına. –İlahi Cemal, neler saçmalıyorsun öyle? Ne yapsınlar, kime ne zararları var ki? Doğru, kime ne zararları var ki diye düşündü Cemal. Kapıdan gazetesini alıp masaya geri döndü. Demli çay ve kızarmış ekmek kokuları arasında sıkıntısı bir nebze  hafiflemişti. Karısı bardaklara çay koyarken, kendisi gazeteyi gözden geçirdi. Sayfayı çevirince tanıdık bir sima ilişti gözüne. Gözlüklerini takıp resme dikkatlice baktı ve altındaki haberi okudu. –Bizim müftünün hakkında zimmete para geçirmek ve partiye zorla oy toplamaya çalışmaktan soruşturma açılmış baksana diyerek gazeteyi karısına uzattı.
                                                                      ****
- Bir an önce gitse de kafamı dinlesem diye aklından geçirdiği an büyük suçluluk duydu Pınar, servisten el sallayan kızını gördüğünde. Olur olmaz nedenlerle evde çığlık çığlığa ağlayan kızını susturmaya çalışırken, o uyuyup yalnız başına kaldığında ne izlediğini anlamadan televizyona bakarken, bayramlarda, yılbaşlarında herkesi tatlı bir koşuşturma içinde gördüğünde, kızı her sabah uyanıp okula gitmeyeceğim diye ter, ter tepindiğinde kocasına ölesiye öfkelenirdi Pınar. O gece içkili olduğu halde işyerinden gelen acil çağrı üzerine arabaya atlayıp gitmeseydi şu an yaşamları çok farklı olabilirdi. Polis gecenin bir vakti arayıp kocasının kaza yaptığını bildirdiğinde  önce kendisini suçladı ayaklarına kapanıp yalvarmadı diye, ya da huysuz bir kadın olup gitmesine mani olmadı diye… Olan olduktan sonra, keşke’ lerin anlamını yitirdiğini sadece kaybedenler bilir. Pınar geç yaşta bulduğu aşkını, kızının babasını, can yoldaşını kaybetmişti. Onsuz devam edemeyeceğini her düşündüğünde kızına gitti gözü, o ne olurdu?
Pılını pırtısını toplayıp kaçtı, kocasıyla hatıralarının olduğu o uğursuz şehirden ve onu kimsenin tanımadığı, hikâyesini bilmediği bu koskoca kente geldi. Yabancı ve ürkütücü bir kalabalığın içinde kızıyla birlikte yapayalnızlardı İstanbul’da. Pınar ne kimsesi olsun, ne de kimsenin bir kimsesi olsun istiyordu. O söylediğinde - merhaba’ lar mesafeli, - görüşürüz’ ler elveda der gibi çıkardı hep ağzından. Bir süre sonra apartmanda ki insanlarda, okulda ki meslektaşları da hikâyesini öğrendiler. İlk duyduklarında ne diyeceklerini bilemediler. Sonra vah vah! lar, ölenle ölünmez! ki ler çıktı ağızlardan. Onların gözünden durumun içler acısı olduğunu görmüştü Pınar. Kızının da aynı şeyi görmesinden korkarak herkesten uzak durmaya karar verdi. Artık sadece yolda karşılaştıklarında gözlerini kaçırarak başlarıyla selam veriyordu apartmandakiler. Hatta kapısının açıldığını duyan, aşağıya inmek için onun eve girmesini bekliyordu yukarıda.  Onların acınası yalnızlığını uzaktan izleyenler için vicdani bir yüktü kızı ve kendisi. Servis gözden kaybolana kadar dualar etti ardından, ikna olmadı tekrar diledi,  sonunda hepsi aynı kapıya çıkan tek bir yakarış kaldı dilinde -kızımı bana bağışla, onu elimden alma! Evine döndüğünde üst kattan bir bağrışma koptu. Müftünün iki kızı yine birbirlerine girmişlerdi.
                                                                   ****
Azim, sabah servisinin ardından binanın günlük temizliğini de tamamlayıp, altı numarada oturan yöneticiye çıkıp kapısını çaldı.
-Abla, Cemal bey müsaitse bir diyeceğim var kendisine…
 Az sonra okuma gözlüklerinin üzerinden soran gözlerle bakarak Cemal belirdi kapıda. Azim heyecanla bu yılbaşı için bahçedeki çam ağacını süsleme planlarından bahsetti ona. Eğer o da uygun görürse, hemen gidip ağaca rengârenk yanıp sönen ışıklardan almak istiyordu caddedeki  dükkândan. Önceden baktığı için tüm modellerin fiyatlarını da sıraladı ayaküstü. İzni de, parayı da alıp merdivenlerden aşağıya inerken,   -ağacı öyle güzel süsleyeceğim ki, binadakiler  bayılacak diye geçirdi içinden.
Azim elinde tüm malzemelerle bahçede ağacın çevresinde dolanıp, kablonun ucunu en yakın hangi prize takabileceğini düşünürken kapının önünde büyük beyaz bir minibüs durdu. İçinden,  yalnızca yüzlerini açıkta bırakan siyah çarşafa bürünmüş on, on beş kadın indi. Azim’in yanından geçip binaya girerken bir yandan da çarşaflarının ucuyla yüzlerini örterek yan gözle onu süzdüler. Azim şaşkındı, değil binaya bu sokağa bile daha önce böyle tiplerin geldiğini hiç görmemişti.
Hemen önlerine geçip kimi aradıklarını sordu. İçlerinden en yaşlı ve otoriter görüneni, -Perihan hanımlara geldik, burada oturmuyor mu? diye diklendi. Azim, kadınların yollarından çekilerek geçmelerine izin verdi, yine de doğru söyleyip söylemediklerinden emin olmak için apartmanın girişinde Perihan’ın kapısı açılana kadar bekledi. -Bu kadınlar ne yapmaya geldiler ki buraya? diye düşündü.
                                                                      ****
Bütün kadınlar kapıda ayakkabılarını çıkarıp içeri girdiklerinde Perihan’ı bir telaş aldı. İlk defa evine gelen bu kalabalığın içinde sadece iki üç kişiyi tanıyordu. Fatma hoca ile kuran kursundan bir arkadaşın evinde yapılan hatim duasında tanışmıştı. O günden sonra davet üzerine birkaç kez ev toplantılarına katılmış, sıranın ona geldiği hoca tarafından duyurulduğunda hem sevinmiş, hem de heyecanlanmıştı. Böylesi hayırlı bir birlikteliğin onun çatısı altında gerçekleştirilmesi evin betini bereketini arttıracağı gibi içinde yaşayanların sevap hanelerini kabartacak, yapılan dualardan ölmüşlerin ruhu da nasiplenecekti.
Fatma hoca kırk beş, elli yaşlarında iri yarı, boylu poslu, çatık kaşlı, delici bakışlı bir kadındı. Eve girer girmez aptesimi tazeleyeceğim diyerek banyoya koştu. Salona döndüğünde tüm kadınların çarşaflarını çıkarıp çeşit, çeşit renkli kıyafetleriyle ortadaki sehpanın etrafında minderlerin üzerine oturmuş kendini beklerlerken buldu. Kadınlar şöyle bir doğrulup onu başlarıyla selamladıktan sonra, aralarındaki en kocaman yastığa oturması için birbirlerine yanaştılar. Fatma hoca, Perihan’ı yanına çağırıp dudaklarını hiç kıpırdatmaksızın ağzının içinden konuşarak ortadaki sehpaya bir sürahi dolusu su ile küçük tabaklar içinde çörek otu, pirinç, kesme şeker ve tuz koyması gerektiğini hatırlattı.
Perihan elinde kocaman bir sini ile salona döndüğünde dua başlamıştı. Siniyi sehpanın üzerine yerleştirip, daire şeklinde oturan grubun arasında mutfağa en yakın boşluğa sığıştı.
-Şimdi hep birlikte zikir yapalım kardeşlerim. Hocanın bu teklifiyle,  uzun süre hareketsiz durup dinlemekten üzerlerine uyuşukluk çökmüş olan kadınlar oturdukları yerden sırtlarına dikleştirip birbirlerinin kollarına girerek zikir törenine hazırlandılar. Fatma hoca dairenin ortasında, çevresindeki kadınları bakışları ve ağzının içersinde yuvarlayarak çıkardığı birkaç kelime ile idare ediyordu. “Allah, Allah hu Allah” nidalarını tekrarlayarak hep birlikte kafalarını sağa sola,  aşağı yukarı sallayarak hareketlenen grup, bir süre sonra galeyana gelerek temposunu hızlandırdı. Aynı hareketleri ve sözleri tekrarlaya, tekrarlaya yekvücut halini alan grubun içinden bir kadın kendini o kadar fazla kaptırmıştı ki bir anda ileri geri sallanan vücudu kaskatı kesilerek dairenin orta yerine yığıldı kaldı. Perihan kendini gruptan koparıp kolonya getirmeyi akıl etti. O yerdeki kadının bileklerini ovalarken, diğerleri daireyi bozmadan ayağa kalkarak tekbirlerini söylemeye devam ettiler. Salonun ortasında dönerek zikir yapan grubun ayakları altında yer sarsılıyordu. Fenalaşan kadın yüzünden dikkati iyice dağılan Perihan az önce hanım hanımcık oturdukları yerde gözlerini süzerek okumalara katılan kadınların o hallerini görünce gülmekten kendini alamadı. Ancak hemen ciddileşip, fenalaşan kadını da kaldırarak ortadaki daireye dâhil oldu. Aynı anda kalabalıktan bir çığlık koptu. Kadınlardan biri cama yapışmış, aşağıda ışıkları yanıp sönen çam ağacını gösteriyordu. Tüm grup camın önüne üşüştü. Hepsinin de gözlerinde dehşete kapılmış bir ifade vardı. Perihan cama koştu ve bahçede renk cümbüşü içinde yanıp sönen ağacı hayran, hayran izleyen Azim’i gördü. Ağaç çok güzel görünüyordu, peki bu insanlar niye bu kadar dehşete kapılmışlardı ki?
-Perihan kardeş, bu çam ağacı süslemek de nedir? Bu gâvur âdetinin Müslüman bir mahallede ne işi var? diye gürledi Fatma hoca. Çok büyük bir suç işlerken yakalanmışçasına ezilip büzülen Perihan bir iki laf geveleyerek başını önüne eğdi. –Hemen çağır söyle o adama, söndürsün o ağacı, yoksa şu anda birimize bir şey olursa maazallah hepimiz gâvur gideriz öteki âleme diye buyurdu hoca.
                                                                      ****
Pınar kızıyla birlikte servisten inip bahçe kapısından içeri girerlerken, annesinin elinden kopup merdivenlere koştu küçük kız. 
-Anneeeeeee, ne güzel çam ağacı değil mi? Bak ışıkları yanıp, yanıp sönüyor üstelik. Eve girmeyelim anne lütfeeeeen. Pınar uzun zamandır ilk defa bu kadar neşeli görüyordu kızını. Üşürüz, üstümüzü değişelim de öyle çıkalım dediyse de söz dinletemedi. - Azim amca, sen mi süsledin bu ağacı? Göğsünü kabarta, kabarta –ben süsledim, nasıl beğendin mi? dedi Azim. Çocukla konuşurken yukarıdan Perihan’ın kendisine seslendiğini duyup kafasını kaldırdı. –Azim efendi, hemen bir baksana bana.
                                                                      ****
-Yok, olmaz böyle saçmalık.  Nasıl karışabilirler ki bahçedeki ağaca?  Cemal bey ne diyor bu işe? Azim’den işittiklerini havsalası almıyordu bir türlü Pınar’ın. Kızını Azim’in karısı Zümrüt’e emanet ederek yöneticiye çıkıp konuşmaya karar verdi. Cemal kapıyı açar açmaz karşısında Pınar’ı görünce irkildi. Daha buyurun, ne vardı? diyemeden konuşmaya başladı kadın. Bu çam ağacı süslemesi başına dert olmuştu. Bir yandan bunu şeytan icadı olarak gören dört numara, diğer yandan kızım da, kızım diye tutturan, böyle şeylere pabuç bırakılırsa yarın bir gün başımıza çok daha beter şeylerin geleceğine inanan Pınar. Ne diyeceğini bilemedi. Bu zamana kadar hiç sorunsuz götürüyordu ne güzel, Azim de nerden çıkarmıştı ki şu ağaç süsleme işini. Cemal’in arkasında onları dinleyen karısı ısrarla içeri buyur ettiyse de razı edemedi yüzüne kızgınlıktan kan yürümüş genç kadını.       Cemal bir karar verememekte, verilen kararın da sahibi olmamakta direniyordu. Kendi dışında gelişip bitmesini istiyordu bu karmaşanın. Pınar kararlıydı, gidip dört numaranın kapısını çalacaktı.
Merdivenlerden hışımla inip Perihan’ın ziline bastı. Cemal ve karısı kapılarını kapatmamış, yukardan sessizce olacakları izliyorlardı.
Kapı uzun bir bekleyişin ardından açıldığında, baştan ayağa kara çarşaflara bürünmüş, gözlerinde kızgın ifadelerle kendisini süzen kadınlar ordusu ile karşı karşıya kaldı Pınar. Soğukkanlılığını korumaya çalışarak tüm nezaketi ile bahçedeki çam ağacının ışıklandırılmasına neden karşı olduklarını sordu. Kadınlar hep bir ağızdan, - bu gâvur icadıdır, biz Müslümanlar yılbaşı kutlamayız dediler. Pınar bunun yılbaşı kutlamakla ilgisi olmadığını,  görüntüsüyle insanları mutlu etmekten başka bir amacı olmayan bu süslemeden kimseye bir zarar gelmeyeceğini anlatmaya çalıştıysa da, sözleri kapıdaki kalabalığın uğultuları arasında kaybolup gitti. Komşuyuz, yapmayın böyle diyecek oldu, kimseyle komşuluk yapmadığını hatırladı. Ama eğer komşu bile olsalar, söz dinleyemeyecek kadar kontrolden çıkmıştı kalabalık. Sustu ve arkasını dönüp aşağıya indi. Perihan arkasından usulca kapısını kapatıp içeri girdi. Yukarıda, konuşulanlara kulak misafiri olmakla yetinen Cemal ile karısı da bir süre birbirlerine baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden evlerine girip, kapılarını kapadılar.
Pınar eline bir balta alıp, bahçedeki ağacı yerle bir etmek istiyordu ama ağacın ne suçu vardı ki?

21 Kasım 2010 Pazar

ablam


Sıradan üzüntüler ve sıradan mutlulukların yaşandığı evimizin tam orta yerine düşen bir bomba etkisi yaratmıştı babamın ölümü. Daha onun yokluğuna alışamamışken ablamın bir gece ortadan kaybolmasıyla üzerimizde zaten eğreti duran neşe, çok uzun bir süreliğine bizi terk etti. Beraberinde ablamın su yeşili gözlerindeki pırıltıyı ve başak rengi uzun dalgalı saçlarının yumuşak kıvrımlarını da alıp götürerek…

Babam olsaydı bütün bunlar yaşanır mıydı ya da farklı sonuçlanabilir miydi her şey, bilemiyorum. Babamdan hemen sonra bizim evin üst katındaki daireyi kiraladı eniştem, bu değişikliğin hem bizim hem de ablam için iyi olacağını düşünerek... İyi de oldu. Böylece evlendikten sonra çok seyrek görebildiğimiz ablamı, üst katımıza taşındıktan sonra her gün görür olmuştuk. Gerçi  aramızdaki yaş farkı, benim derslerle fazlasıyla haşır neşir olmam ve onların evlenir evlenmez başka bir şehre taşınmış olmaları nedeniyle konuşacak konu bulmakta sıkıntı çekiyordum ama annem babamdan sonra büründüğü yaslı, kederli dul halinden ablam ve yeğenim Arda’nın gelişiyle bir nebzede olsa sıyrılmıştı. Ailemiz eskiden olduğu gibi bir aradaydı, tek eksiğimiz büfenin üzerindeki ve duvardaki resimlerinde hiç yaşlanmayacak, güçsüz olmayacak, hep dik ve yakışıklı duruşuyla bize gülümseyerek bakacak olan babamdı. Onun yokluğunun yarattığı boşluk, duvarda asılı fotoğrafı ile kapatılamayacak kadar büyüktü benim için.

Ramazan ayındaydık, iftar ve sahur yemeklerinde hemen her gün ablam ve yeğenim bizdeydi..  Eve erken gelebildiği günlerde bize katılan eniştem, yemekten hemen sonra yukarı çıkıp televizyonun başına kuruluyordu. Hafta içinde erken yatmak zorunda olduğum için,ablam ve annemin kadınsal muhabbetlerinde aklım kalıyordu, sadece hafta sonları onlarla oturmama izin vardı. Oturup gülüştüğümüz geceleri sonraları özlemle arayacağımdan henüz haberim yoktu. 

O gece erkenden odama çekildim. Elime bir kitap alıp yatağıma uzandım, dalmışım. Gecenin bir vakti uzun, uzun çalan zilin sesiyle yataktan fırladım.  Annemin odası yakın olduğu için benden önce kapıya varmıştı. -Hayırdır inşallah! Kim ki bu saatte? Kim o? derken bir yandan da kapının gözetleme deliğinden bakarak, bu münasebetsiz saatte kapıyı çalanın kim olduğunu görmeye çalışıyordu. Dışarıdan eniştemin sesini işittim.  Annem her gece yatmadan önce sırasıyla çevirdiği tüm kilitleri aceleyle açarken, bir yandan da enişteme sorular yağdırıyordu.
    -Erkan! Oğlum ne işin var senin burada? Arda’ya bir şey mi oldu yoksa? Dur açıyorum,bekle... Hay Allah! Hay Allah!
    -Anne, Sema evde yok, burada mı?  Yüzünde, tek ümidim burası eğer burada da yoksa az sonra dağılacağım ifadesi vardı. Şaka mı bu? Aklıma ilk gelen soru bu oldu. Ancak birazdan gülecekmiş gibi de görünmüyordu . Sorunun garipliği annemi de, beni de şaşkına çevirmişti, ne diyeceğimizi bilemez halde öylece kalakaldık.
    -Yok mu? Nereye gider ki bu saatte? Gece buradaydı, oturduk, sonra  geç oldu, yukarı çıktı. Evde olmalı. İyice baktın mı her yere? Arda’nın yatağında uyuyakalmış olmasın? Ya da tuvalette belki…
Ayağına geçirecek bir şey ararken ben annemden önce  merdivenleri üçer beşer tırmanarak üst kata varmıştım çoktan. İlk olarak Arda’nın odasına,  yatağına, yatak altına, odalarındaki yatak ile duvar arasındaki daracık boşluğa, banyoya, hatta perdeleri açıp küvetin içine, küçük tuvalete, mutfağa, mutfak balkonundan aşağıya, her yere baktım. Yoktu, sanki buhar olup uçmuştu. Şaşkındım. Aklıma  birileri tarafından kaçırılmış olabileceği bile geldi. Gazetelerde buna benzer haberleri sıkça okuyorduk ama hiç kimse rızası olmadan bir kadını kocasının yatağından sessizce kaçırmaya kalkmazdı herhalde.  Annem merdiven çıkarken nefes nefese kalmış, sessizce dizlerini dövüyordu. Komşuların uyanıp olaya dahil olmalarından korkuyordu, biz her zaman 'kol kırılır yen içinde kalır' inancıyla yaşayan bir aileydik.
     -Bahçeye inip bakacağım, sen Arda’nın yanında kal anne, uyanıp korkmasın çocuk diyerek merdivenlere yöneldi eniştem, ben de arkasından onu takip ettim.

Ablamın aşağıda olması uzak ihtimal gibi görünse de, çaresizlik içinde ikimiz de bu ihtimale bel bağlamıştık.İnsanın çaresizlik karşısında ne kadar yaratıcı olabileceğini görmek beni hep şaşırtmıştır. Babam ölmeden bir iki hafta öncesine kadar günden güne kötüleyen hastalığına rağmen  iyileşme ümidini hiç kaybetmemişti. Bunlar gelip geçici arazlardı ve o bir sabah sapasağlam ayağa kalkıp,  eskitmeye fırsat bulamadığı lacivert takımıyla, öldüğünde  adettendir diyerek annemin sokak kapısının önüne bıraktığı siyah iskarpinlerini  giyerek lokaldeki arkadaşlarını görmeye  gidecekti. Biz de bu acıklı pembe yalanın yaratıcı ortaklarıydık. Babamın dönüşte getirdiği baklavayı tüm komşularla birlikte yerken, onun iyileşmesini kutlayacaktık. Vücuduyla dalga geçer gibi her gün yeni bir iz bırakarak ilerleyen hastalıkla mücadelede kaybettiğini anladığı gün babam tamamen sustu, başını öne eğdi, gözlerini yerden ayırmadan düşüncelere daldı. O günden sonraki iletişimi bize söylediği birkaç kelimeden ibaretti. -Ağrım çok bana bir şeyler verin.  En çok, ölümü mü yoksa hep sağlam duruşlu, her sorunun üstesinden gelebilecek kadar güçlü bildiğim babamın o yalnız, çaresiz, yenik düşmüş hali mi koydu bana bilemedim. 

Babamın mesnetsiz umutları gibiydi, bizim bahçede ablamı arayışımız. Dört kat merdiveni koşar adımlarla inip apartmandan dışarı çıktık. Evimizin bulunduğu sokak boyunca sağlı sollu park etmiş arabalar ve iki apartman ilerimizdeki sokak lambasının bize yansıyan loş ışığından başka görünürde hiç kimse yoktu.  Kediler, köpekler bile kaybolmuştu ortadan, sadece caddeden tek tük geçen arabalarla, bir kaç sokak öteden duyulan ramazan davulunun sesi o kadar. Tam alacakaranlık kuşağından fırlamış gibi ürpertici bir geceydi benim için. Dış kapıdan sağa kıvrılıp otopark olarak da kullanılan arka bahçeye geçtik. Orada da kimse yoktu. Eniştem sürekli nerede olabilir, nereye gidebilir bu saatte diyerek kendi kendine konuşuyordu. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Annem üst katta balkondan bize bakıyordu. Konu komşuya malzeme olmaktan çekindiği için seslenemiyordu da. Korkmaya başlamıştım artık. Kötü şeyler geliyordu aklıma. Parkın ortasında amaçsızca bekliyorduk, neyi beklediğimizi bilmeden. Tam o anda sessizce, adeta süzülerek eve doğru yaklaşan bir arabanın farlarıyla aydınlandı bulunduğumuz karanlık bahçe. Işık gözlerimizi aldığından içindekileri göremedik. Bizi farkedince çok kısa bir duraksamadan sonra süratle geri çekilerek gözden kayboldu. Arabadan inip bahçede yürüyen karaltının kim olduğunu anlamadım önce, bir siluetti yalnızca. Salınarak yavaş adımlarla ilerlerken kabarık saçları sağa sola dalgalanıyordu. Ablam olabilir miydi? Şaşkınlığım o kadar büyüktü ki, tüm endişelerim yok olmuştu birden ama sevinç de yoktu içimde. Yaklaştığında yüzündeki ifadenin kızgınlık mı, korku mu, utanç mı olduğunu kestiremedim ama bakışlarından ürkmüştüm. Soğuk ve yabancı bakıyordu bize.
     -Pis orospuuuuu! Nereden geliyorsun? Kimdi o herif? Ne susuyorsun söylesene, hadi söyle diyerek parkın ortalık yerinde ablamın suratına okkalı bir tokat atarak yüzüne tükürmedi eniştem. Saydıklarımın hiçbirini yapmadı.  Sadece iki kelime etti, tüm olayı bir çırpıda özetleyen iki küçücük kelime.
     -Ben anladım...
Ve bizi orada bırakarak hızla eve doğru yürüdü, ablam da arkasından...  Onları takip etmedim, aralarındaki konuşmaları merak etsem de duymak istemiyordum. Ablamın küçük düşmesine, horlanmasına tanık olmak istemiyordum. O an belki de ablamdan daha çok, ben korkuyordum eniştemden. Arkalarından yukarı çıktım. Annem olanları görmüş olacak ki, bizim daireye inmiş kapıda beni bekliyordu. İçeri girer girmez arkamdan tüm kilitleri tekrar çevirdi ve hiç bir şey konuşmadan yataklarımıza girdik. O gece annemin de benim gibi uyumadığından emindim. İkimiz de yukarda ablamla eniştem arasında olanları merak ediyorduk ve üst kat acayip sessizdi.

Sabah okula gittim ama aklım evdeydi. Ablam ne yapıyordu, eniştemle aralarında nasıl bir konuşma geçmişti? Ablam neden öyle yapmıştı? Gece yarısı kiminle beraberdi? O kadar çok bilemediğim ve anlamadığım şey vardı ki bu olaya dair, aklım hep bunlarla meşguldü. Derse kafamı veremedim, okula geldiğim için bin pişmandım. Bugün ailemiz için olağandışı bir gündü, babamın öldüğü gün gibi değildi  ama yine de büyük bir terslik vardı ortada. Çıkışta oyalanmadan doğruca eve gittim. Ablam bizdeydi, annemle karşılıklı oturuyorlardı. Dün akşamdan bu yana beden olarak küçülmüş, yaşça çok büyümüş göründü gözüme. Gözleri kıpkırmızıydı, belli ki gece boyunca ağlamıştı. Eniştem ona ne demişti? .Aklım çok karışıktı, bir yandan cezalandırılmasını gerektirecek kadar kötü bir şey yaptığını düşünüyordum, diğer yandan da o benim ablamdı, canı yansın istemiyordum. Annem, içeri girdiğimde ablama beni göstererek kaş göz işareti yaptı. Neyi, kimden gizliyorlardı ki? Koskoca bir kızdım ben, neredeyse ablamın evlendiği yaştaydım. Evlenirken büyük, öğrenciyken küçük mü olunuyordu?  –Bu saçmalık, niye susuyorsunuz ki? diyerek yanlarına çöktüm ve sorgulu gözlerimi üzerlerine diktim. İlk olarak gözüm ablamın ellerine, oradan da tırnaklarına takıldı. Daha önce bir insanın tırnaklarının böyle morardığını hiç görmemiştim. Ablam ellerini o kadar çok sıkmıştı ki, avuç içlerine bastırdığı tırnakları köküne kadar mosmordu. O an korktum gerçekten. Ablam hasta olabilirdi, ölebilirdi bile üzüntüden, o gün buna inanmıştım.

 Arabasından indiği adama âşık olduğunu söyledi. O da ablama âşıkmış. Bunu anlamak benim için güçtü. Yasak aşk diye bir şeye inanmak istemiyordum. İnsan evlendikten sonra başka birine âşık olabilir mi? Ablam evlendiğinde onun neler hissettiğini bilemeyecek kadar küçüktüm. Hatırladığım, gelinliğinin içinde çok güzel göründüğüydü. Ben de büyüyünce gelin olacağım diye geçirmiştim aklımdan. Eniştem çok uzaklara götürdüğü için, ablamı  sadece bayramlarda görebiliyorduk. İzmir’deki evlerine bir kez, o da yeğenim Arda doğduğunda annemle birlikte gitmiştik. Sonra da babam ağırlaştığında  ablam oğlunu da alarak uzun süreliğine bizim yanımıza gelmişti, eniştem onlarla değildi. Evliliklerini değerlendiremeyecek kadar kopuktum olaylardan ve aklım başka yerlerdeydi. Dalıp gittiğim düşüncelerden ablamın sesiyle sıyrıldım. -Ben onunla evlenmeyi hiç istemedim, beni siz zorladınız, çok gençtim karşı koyamayacak kadar küçüktüm. Annem sürekli ablamı dürterek,
     -sus, komşular duyacak, bizi dünya âleme rezil etmek mi istiyorsun? diye söyleniyordu. Ne diyeceğimi bilemez halde onları izliyordum. Ablamın yüzünde gördüğüm keder sözlerle anlatılacak gibi değildi.  Ne olacaksa olsun bakışıydı gözlerindeki, iki yıl önce babamın gözlerinde yakaladığımın aynısı. Gözlerindeki pırıltının yok olmaya başladığını ilk o an fark ettim. Geçen zaman içinde bu yok oluş azalmayıp arttı. Puslu bir griye dönüşen gözlerinin rengi gibi, kişiliği de eskiye göre soğuk, mesafeli ve suskun olmuştu ablamın. 
Annem o gün, -ilk ve son kez söylüyorum bir daha yüzünü bile görmeyeceksin o adamın, efendi gibi oturacaksın evinde tabi kocan izin verirse, yoksa sütümü helal etmem sana diyerek ültimatomu çekti. Kendimi bildim bileli, -kızlar yumurta gibidir, bir kez kırıldı mı tamiri olmaz diyerek soyumuzu tavuğa bağlayan annem için bu olay karşısında bu kadar tepkiyle kalabilmek büyük bir şeydi.


Eniştem eve girdikleri o gece ne bir şey sormuş ne de söylemişti. Bu sessizlik ablamı iyice delirtmişti. Ne olacaksa razıydı, dövsün, sövsün isterse, ama infazını bekleyen mahkûmlar gibi olmak çok ağırına gidiyordu. Tam bir hafta evde süren sessizlikten sonra, eniştem ablamı karşısına alarak ondan ayrılmayacağını, Arda’nın bu olanlardan haberdar olması halinde onu mahvedeceğini söyleyerek çıkıp gitmiş, zil zurna sarhoş olup gecenin bir vakti eve döndüğünde de ırzına geçer gibi hayvanca sahip olmuştu ablama. Tüm vücudu, yüzü gözü morluklarla doluydu. Olanları ağlayarak anlattığında annem sadece susmuştu, olumlu ya da olumsuz tek bir kelime bile çıkmamıştı ağzından. Bedelin bununla ödenip biteceğine inanmış olmalıydı. Benim midem bulanmıştı. Ablamla konuşmayı, ona sarılmayı, çok üzüldüğümü söylemeyi istiyordum, ama yapamadım.

Bu son konuşmadan sonra eniştem hakkında bir daha hiçbir şey söylemedi ablam. Günden güne içine kapanıyordu. Artık evden dışarı çıkmıyordu. Bize de uğramaz olmuştu. Bütün gün evde oğlunun okuldan gelmesini bekleyerek, yemek yaparak, televizyon izleyerek vakit geçiriyordu. Saçlarını bile taramadığı gün olurdu. Onu sadece annemin pişirdiği yemekleri yukarı çıkardığımda görebiliyordum. Eniştemle karşılaşmaya korkuyordum. Annem de görüşmüyordu. Aynı binada yabancı gibi olmuştuk birbirimize. Bazen okul çıkışında ablamın kapısını çalar, uzun bir süre kapının açılmasını beklerdim. Uykudan yeni kalkmış gibi yüzü gözü şiş kapıyı açardı. Belli ki kendi kendine ağlıyordu. Bir süre sonra ağlamaktan da vazgeçti. Donuk, donuk bakmaya başlamıştı yüzüme. İyice zayıflamış, gözaltlarında mor halkalar oluşmuştu. Bir gün yine Arda’nın sıkıldım diyerek yanımıza inmesinden az sonra büyük bir gürültü koptu dışarıdan. Ardından bağrışmalar… Hemen balkona koştum. Ablam arka bahçede yerde hareketsiz yatıyordu.
                                        ..................................................
-Sokağın boku, püsürü bulaşmış ayakkabılarla namaz kılınan eve mi girilirmiş, diyerek bizi ayağımızı çıkartmadan eşikten içeri sokmayan annem, ablamın defninden hemen sonra eve doluşan insanların ayakkabılarıyla  girmelerine izin verdi. Ben de onun en sevdiği kırmızı yazlık sandaletlerini sokak kapısının önüne bıraktım.



13 Kasım 2010 Cumartesi

istiklal'de bir gece


            
Akşam işten çıkış saatlerine doğru bir heyecan, bir koşuşturma başlar İstiklal'de ve neredeyse sabaha kadar da devam eder. İnsanlar cadde boyunca  aşağı yukarı hareket ederler durmaksızın. Mağazaların vitrinleri spot ışıklarıyla aydınlanır birer, birer. Cadde gelin gibi süslenerek hazırlanır geceye. Ayaküstü yenilen lokantaların kapıları, giren çıkanlarla açılır kapanır. Dönüş yolundakiler çoktan evlerine varmışlardır.  Alemlere akalım havasındakiler de Asmalıya,  Nevizadeye damlamaya başlarlar yavaştan yavaştan. Masalara gelen kocaman tepsilerden mezeler seçilir, rakı bardaklarının üzerindeki  iki parmaklık boşluğa iri buzlar atılır. Bir anda  buğulanan rakı hayranlıkla izlenir içilmeden önce, buzun cama değerken çıkardığı ilk "la" notası ile eğlence başlar.

Önce şerefe, sonra sağlığa, ardından emekliliğe, yeni işe, bekarlığa, evliliğe (buna içeni hiç görmedim) , Ayşe'ye, Fatma'ya, Nazif'e, Süleyman'a derken  masada olan,olmayan herkes için kaldırılır kadehler, bu noktada ben  rakının vefa ile arasının çok iyi olduğunu düşünürüm :)) Kravatlar gevşetilmiş, toplu saçlar sağa sola savrularak açılmış, fethedilmez görünen kale duvarlarında yavaş yavaş irili ufaklı delikler oluşmaya başlamıştır. Yanında sevgilisi, ya da yazılacağı biri bile bulunmayanlar detone sesleriyle  "söyleyin sevgilim nerdeee, istanbul sokakları"nı çığıran çingen şarkıcılara eşlik ederken,  çalgıcının orasına burasına bahşiş sıkıştırırlar.  Birbirlerine tutulmayacak sözleri veren zevat sevecenleşir içtikçe, çünkü rakının arası insancıllıkla da çok iyidir. Mütebessim ifadelerle duymadıkları, duysalarda anlamadıkları konuşmalara kafa sallayıp dururlar sürekli. İşte tam bu saatlerde ya cümbüşün parçası olup ertesi gün yeniden takmak üzere ayağındaki prangaları çıkarıp atarsın, ya da efendi efendi hesabını ödeyip kalkarsın. Ortası olmaz , olsada yakışık almaz. 

                           

İstiklal caddesi ne kadar hareketli, cıvcıvlı ve kalabalıksa, arka sokakları da o kadar ıssızdır Beyoğlu'nun. Gecenin her saatinde tek tük birilerine rastlanır bu hüzünlü sarı sokaklarda. Taksim Hastanesinin yanından Sıraselviler' e çıkılan Liva sokağının dik yokuşunda ağır adımlarla tek başına bir adam ilerler. Az önce önünden geçtiği öpüşüp, koklaşan çiftleri görüp, görmezden gelmiştir. Büyüklük yapayım, utandırmayayım diye düşünür biçare, aslında utanan kendisidir. Çok uzun yıllar öncesinde kalan bu kaçamaklar için yaşlandığını düşünüp,hayıflanır. Sahi, insanlarda bu tür heyecanlar yaş aldıkça solar mı, yoksa bisiklete binmek gibi midir karanlıkta öpüşmek?

                           

Yalnızlar için gelip geçmeye yarayan arka sokaklar ( ki onlar sadece sakin limanlarına giden en kestirme yol olarak kullanırlar buraları), gölge adamlar ve gölge kadınlar için bulunmaz nimettir. Onlar hele bir de aşıksa, sırf  küçük(belki de şehvetli) bir öpücük uğruna karanlığa doğru koşmaya hazır olanlardır. Işıktan uzaklaştıkça gölgeleri büyüyüp karanlığa dönüşenler, karanlığın hangi karaltıları sakladığını akıllarının ucuna bile getirmezler.

                           

Liva sokağına açılan Güllabici çıkmazı  , hep sessiz hep sakin durur bütün bu hengamenin içinde. Akıl hastanelerindeki delileri zapteden eli kırbaçlı gardiyanlara verilen bu adın, sokağa neden verildiği bilinmez. Bilinen, evli bir adama aşık olup ona kuma giden Türkan'ın sokağın sonunda görünen evde artık oturmadığıdır. Her gece o ışığı kimin yaktığını merak eder dururum, tıpkı sokağın adının niçin Güllabici olduğunu merak ettiğim gibi.

                           
                              
Ve kediler... İstanbul'un tüm sokakları gibi, bu sokakların da en az insanlar kadar sahipleridir onlar.
Karın doyurma, iktidarını koruma, hayatta kalma kaygıları bize benzer, lisanları  farklı olsada ;

                      -mauuuuvvvvv, ben sana sıdıkanın yanında dolaşmıcaksın demedim mi laaannnn!
                      -musa abi, yapma abi, o benim dünya ahret bacım abi.
                      -keesss livada görmüşler sizi çöp eşelerken.


                                                           -şışşşşttt, izleniyoruz abi.
                                                           -bu da kim yahu?

Medusa musa ile, sinsi behçet gözlerine flaşı yiyince toz olmasalardı hikayeyi makul bir sona bağlayacaktım elbet. Bizi değil ama teknolojiyi umursadıkları kesin :)


Cihangir'in arka sokaklarından Fındıklı'ya inildiğinde, iş çıkış saatlerine göre epeyce hafifleyen  trafiğin sesinden başka bir ses duyulmaz caddede. Az ötede bambaşka, büyülü, gürültülü bir dünyanın dönmekte  olduğuna ise görmeyen inanmaz. Kendimi ne kadar zorlasam da gece yarısından (benim için 12, bazıları içinse gece 3-4) hemen sonra masayı terkedenlerdenim ben. Hani şu efendi, efendi hesabını ödeyip kalkanlardan yani.  Kulağımda Beyoğlu'nun sesi, yüreğimde ise hiç bir zaman tamamlanmayan bir şarkıyla uslu, uslu ilerlerim Beşiktaş' a doğru.


Beyoğlu'ndan sonra köprünün bu görüntüsü, artçı sarsıntı etkisi bırakır hep benim üzerimde. Sırf bu görüntü için, Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmeye  bayılırım. Tabi, alkollu olup arabayı benim kullandıklarım hariç. :)

31 Ekim 2010 Pazar

öncelikler




Hayatım boyunca önceliklerim arasında tercih yapmakta zorlandım. Her ikisi de benim için önemli iki seçenekten birinde karar kılıp,  diğeri için pişmanlık duyduğum zamanlar oldu. Benim dışımdaki insanların bunu nasıl başardığını hep düşündüm. Onlar da zaman zaman benim gibi yapamadıkları şeylerden dolayı pişman oluyorlar mıydı? Ya da önceliklerini belirledikten sonra bir daha geriye dönüp bakmıyorlar mıydı? Bu sorunun cevabı meçhul, çünkü henüz kimseye sormadım.

Bazen kendim için istediğim şeylerden vazgeçtim, bazen de sevdiklerim için önemli şeyleri kendim için önemli olanların gerisine ittim. Çok kez aynı anda iki yerde birden olabilmeyi istedim. Hiç bir şeyi atlamadan, hepsini gerektiği gibi yaşamayı. Ama bu mümkün olmadı ne yazık ki. Zaman hızla akan bir ırmak gibi önümden geçip giderken, kendiyle beraber benim kaçırdığım anları da sürükleyip götürdü, bir daha geri dönmemecesine. Ve ben o ırmağın kıyısında, eğilip aldığım bir tas suyla kalakaldım.

Şu ana kadar beynimi kemiren, yıllar geçse de unutmayacağım bir kaç pişmanlığım var. Bunları burada itiraf ediyorum. Bazıları bu itirafımı okuyup beni hoşgörme şansına bile sahip değiller, çünkü artık yaşamıyorlar. Onlar için ben kendimi affedebilmeyi umuyorum.

Ve yaramazlık yapıp, anneye söz veren bir çocuk samimiyetimle bir kez daha söz veriyorum. Bundan böyle önceliğimi belirlerken , daha çok kendimi değil sevdiklerimi düşüneceğim ve onlar için önemli şeylerin benim önceliğim olması gerektiğini hep hatırlayacağım.

Bir kez daha söz.

Ve kızımın küçükken bana yaptığı gibi; bin çarpı özür.:)


18 Ekim 2010 Pazartesi

oyun

   

    oyun arkadaşım,
    can yoldaşım,
    suç ortağım,
    sırdaşım...

    sen gidersen ben
    ne yaparım ah!

yol'da



Yalnızca gidişi  olan tek bir yol var sanıyordu kadın,
öyle upuzun, dümdüz uzanan önünde.
Ayaklarına takılsa bile düşürmezdi onu hiçbir taş,
vazgeçmezdi, gözleri kapalı ilerlerdi
ezbere bildiği yoldan.
Geriye dönüp bakmasaydı, anlamayacaktı hiç
yürüdüğü yolun sapaklarla dolu olduğunu
ve bilmeyecekti bu yolun başka bir yol olduğunu.

10 Ekim 2010 Pazar

bugün benim doğum günüm


Son zamanlarda sıkça çocukluk anılarım geliyor aklıma. Bunlar bir eylem, bir olaydan çok duygu ve düşüncelerle ilgili. Sanırım bünye yaşlandıkça hayal ile gerçeğin karşılaştırmasını daha fazla yapıyor insan, benimki de o hesap.

Henüz on yaşındaydım. Annem 39 yaşında ve küçük kardeşime hamile, babamsa daha 40’ların başındaydı. Onlarla benzer yaşta olan arkadaşlarıyla bir aradaydılar o akşam. Konuşup gülüyorlardı, hayatlarından memnun bir halleri vardı. Uzaktan izlerken, artık yaşlandıklarını düşünüp onlar adına çok üzülmüştüm. O zamanlar bana göre yaşlanmak okulu bitirmek, iş sahibi olmak, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak demekti. Hepsini yapmışlardı, daha ne bekleyebilirlerdi ki hayattan? Onları kahkahalarla güldürecek, heyecanlandıracak, çok ama çok mutlu edecek başka ne olabilirdi ki bundan sonra?

O zamanlar hayatla ilgili düşüncelerim bu kadar sığ idi. On yaşındaydım ve elimde nerden baksan elli, altmış yıllık bir ikramiye çeki tutuyordum. Harca, harca bitmez. Neler yapılır neler bu kadar zamanda.

Bugün, o zamanlar yaşlı diye üzüldüğüm insanlardan bile daha büyük bir yaştayım. Ben de okullar bitirdim, uzun yıllar çalıştım, evlendim, çoluk çocuk sahibi oldum. Şimdi soruyorum kendime, bitti mi? HAYIR !

Daha gezilecek görülecek çok yer, söylenecek çok şarkı, tadılacak çok lezzet, sevilecek çok insan, izlenecek çok film, dinlenecek çok müzik, okunacak çok kitap, öğrenecek çok bilgi, şaşırılacak/sevinilecek/ üzülecek/mutlu olunacak çok an, duyulacak çok güzel söz var hayatta. Alınacak nefesim izin verdiği ölçüde hepsini yapabileceğimi düşünmek beni o kadar çok heyecanlandırıyor ki.

Dünya keşfe değer bir yer, yeter ki içimdeki kırmızıyı sağlık problemleri, yersiz kaygılar, değersiz sorunlar soldurmasın. Ben kalanını hallederim :)

6 Ekim 2010 Çarşamba

zaman


Uzun zamandır bekliyorum...

Bugün de diğer günler gibi saat tam 6’da uyandım. Doğruca mutfağa gidip çay suyunu koydum. Suyun kaynamasını beklerken televizyonu açıp haberlere baktım, her sabah aynı haberler. Değişen tek şey spiker kızın kıyafeti ile makyajı, erkek spikerlerinse tüm kıyafetleri birbirine benziyor.

Her sabah yaptığım gibi dolaptan peynir ve reçel çıkarttım. Reçel olmayınca bal koyuyorum, bal da olmazsa tahin pekmez hazırlıyorum çabucak. Suyun kaynadığını gösterir mavi ışık yanınca çayı demledim. Sonra gidip, kapı koluna sıkıştırılmış gazeteyi aldım. Saat 6.32. Kapıcı, Pazar günleri hariç haftanın her günü saat tam 6.3o’da kapıya gazete ve ekmek bırakıp gidiyor.

Çayın demlenmesini beklerken gazeteyi karıştırdım. Eskiden her haberi en ince ayrıntısına kadar okur, sevdiğim köşe yazarlarının görüşlerini merak ederdim. Şimdi ise çok az vakit ayırıyorum. Çünkü, genellikle ilk sayfada aynı kişilerin farklı olaylarından bahsediliyor , üçüncü sayfada ise tam tersi; farklı kişiler, aynı olaylar. Köşe yazarlarınınsa sadece resimlerine bakıyorum. Bazen bu resimler yok oluyor, yerine başka resimler konuyor, o zaman ön sayfayı daha dikkatli okuyorum. Kişiler aynı, olaylar farklı ise üstünde durmuyorum, kişiler değişmişse heyecanlanıyorum ve bekliyorum.

Kahvaltı yaklaşık 25 dakika sürdü. Televizyonu kapatıp, gazeteyi katladıktan sonra holdeki gazeteliğe koyup yatak odasına geçtim. Karışık yatağımın örtüsünü düzeltip, çalışma masamın başına oturdum ve masa lambamı açtım. Bilgisayarın kapağını kaldırınca ışıkları yandı. Şifre kutusuna şifremi yazıp ekranın açılmasını bekledim. Ekranda kocaman bir balıkçı teknesi belirdi. Direklerinde bir sürü Türk bayrağı olan kırmızı bir tekne. İçinde insanlar var, hepsi uzakta bir yere ya da bir şeye bakıyorlar. Neye baktıklarını bilmiyorum. Bu resmi çektiğim günü hatırlıyorum. Pazar günüydü ve hava sonbahar olmasına rağmen çok sıcaktı. Yaz bitmeden arkadaşlarla son bir kez adaya gitmek istemiştik. O gün çok fazla içmiştim. Sarhoş olma planım olduğu için ilk bardağı aç karnına, bir yudumda kafaya dikmiştim. Üçüncü bardağı elime aldığımda rakı etkisini göstermeye başlamıştı. Dördüncüde ağırdan almıştım. İlk üç bardakta hava aydınlıktı, sonuncuda ise karanlık. Günün aydınlıktan karanlığa nasıl geçtiğini hatırlamıyorum. Bu resmi de hava aydınlıkken, teknenin kırmızısı beni cezp ettiği için çekmiştim. Resmi bilgisayara aktarıp büyütünce, insanların hep birlikte bir yere baktıklarını fark ettim. Bizim oturduğumuz sahilin arkalarında bir yere dönüktü yüzleri. Hava karardığında sarhoş kafayla sağımda, solumda, arkamda ne varsa çekmiştim. Tüm resimleri uzun, uzun inceledim. Ancak hepsi de kafam gibi bulanıktı. Balıkçıların baktıkları her ne ise o an’da kalmıştı ve o an akıp gitmişti.

Hiçbir şey yapmadan ekrandaki görüntüye bakmaya devam ettim. Alttaki dijital saat
08.00’ı gösteriyordu. Zaman istisnai günler hariç, her gün aynı hızda akıyordu. Daha yavaş olmalıydım.

Yatak odam, gün ışığıyla iyice aydınlanınca masa lambamı kapattım. Beyaz bir word sayfası açtım ve parmaklarımı klavyenin üzerine yerleştirerek yazdım.
“tekne için zaman durdu, benim içinse hareket etmeye devam ediyor, ta ki ben tamamen duruncaya kadar…”

Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında; yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında…
Ahmet Hamdi Tanpınar

30 Eylül 2010 Perşembe

kova, kürek



Sana bakıyorum ey İstanbul
karşı kıyıdan,
darılma ama hiç de haşmetli görünmüyorsun buradan.

Haberin bile yok, bir öğle vakti
kapıp gizli bölmemde sakladığım
kovayla küreği,
çok uzağa değil meraklanma,
kuş uçuşu bilmem kaç dakka,
adaya, adaya...

Boşuna el etme, göz kırpma oradan,
keyfim gıcır, üstüm başım kum içinde,
el sallıyorum, hatta sana nanik yapıyorum buradan.

Camdan seslenip beni çağırma anne,
sesim yüksek diye bana bağırma anne,
oyunum daha bitmedi, henüz dönme vaktim gelmedi.
Son vapur gece vakti...

26 Eylül 2010 Pazar

UNUTMA!


49 yıl önceydi altın harflerle yazdık,
Tarih sayfalarına, kahramanlık destanı.
Silahsız, cephanesiz,aç,susuz, ilaçsızdık,
Sarsılmaz bir imanla kurtardık bu vatanı.

O gün bütün dünyaya aslan gibi kükredik,
"Ya istiklal, ya ölüm" andımızdır bu dedik,
Zincirler kırıldıkça bayrak,bayrak yüceldik,
Birer meşale olduk aydınlattık her yanı.

Erkek, kadın ve çocuk , hepimiz bir vücuttuk,
Kederde neşede bir, kaderde de bir olduk,
Bizden olmayanları vatanımızdan kovduk,
Kapı dışarı ettik bizi satan sultanı.

Ankara'dan Ege'ye bir yıldırım hızıyla,
Sürdük hain düşmanı, döktük ordan denize,
Kurtuldu Anadolu kadınıyla kızıyla,
Neşeler doldu o gün üzgün gözlerimize.

Unutma! O günlerde akıtılan kanları,
Unutma! Seve seve feda olan canları,
Unutma! Bu toprakta bizler için yatanı,
Unutma! Bu günleri bize veren Ata'nı.

"kızıma..."
28.Mart.1969

Bu şiiri 1970 yılında okulun Cumhuriyet bayramı
töreninde büyük bir kalabalığa okudum.
Babam ve ben müthiş alkış aldık.
Sevgili babam için...

20 Eylül 2010 Pazartesi

radyo


Hani hep yakınırız ya; bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ülkemize geç girmesinden... Radyoculuk açısından durum tam tersidir oysa. 6 Mayıs 1927’de, dünyayla neredeyse aynı anda başlar Türk toplumunun radyo serüveni. 1 Mayıs 1964’de TRT’nin kurulmasıyla da yepyeni bir ivme kazanır.

Bugün TRT Radyoları; kamu yayıncılığı sorumluluğu, tarafsız ve ilkeli yayıncılık anlayışı, doğru ve güzel Türkçesi, haber, bilgi, eğitim, kültür, müzik, eğlence içeriğiyle; ülkenin her köşesine, toplumun her kesimine seslenmektedir.

(http://www.trt.net.tr/Kurumsal/RadyoTanitim.aspx)
...........................

Yıl 1967, aylardan eylül, günlerden en önemli gün,yani benim okula başlayacağım ilk gün. Sevinçli olmam gerekirken ağlamaktan yorgundum, burukluğum ise bir önceki akşamdan kalmaydı. İlk kez o pazar akşamı abimsiz sofraya oturup yemek yemiştik. Bu bizim evde olağan sayılmazdı, babamın kesin kuralıydı çünkü; yemek saatinde herkes aynı anda sofraya oturmalıydı. Abim istanbul Erkek Lisesi sınavlarında başarılı olarak babamı çok gururlandırmıştı. İstanbul'da oturmamıza rağmen daha yaşı küçük, yollarda telef olmasın diyerek ilk yıl yatılı okumasına karar verilince, okulların açılmasına bir gün kala yerini görmek, eşyalarını yerleştirmek üzere ailecek yola koyulmuştuk.Ve henüz 11 yaşında küçücük bir çocuk olan abim metin durmaya gayret ederek cüssesinden yüz misli büyük demir kapının ardından el sallayıp bizi uğurlamıştı.Olaylar hafızamda kopuk kopuk yer almasına rağmen, duyguları bu günkü gibi net hatırlıyorum. Akşam yemeğinde; nasıldır, ne yiyordur, yanına verdiğimiz yemeklerden yemiş midir, yatmış mıdır şimdi? gibi soruları annemle babam birbiri ardına sıralarken ben sus pus sandalyemde oturmuş onları dinliyordum. Lokmalar ağzımda büyüyüp yanaklarımı şişiriyorlar, yutmaya çalıştıklarım ise birer yumruk olup canımı acıtıyorlardı. Babamın "yesene kızım, sen neden susuyorsun" sorusuyla birden boşaldım aynen zembereğinden boşalmış bir saat gibi. İçimden kopup gelen ağlama seli , göz pınarlarımdan yaş olup fışkırıyordu adeta. O gece çok zor uyumuş olmalıydım. Bir yanda okullu olma heyecanıyla, diğer yandan da abimin yokluğunun çocuk aklımı büktüğü gerçeğiyle başetmeye çalışarak.

İlk ayrılık acısını 6 yaşımdayken böyle tatmıştım ben. Aynı çocuk aklım abimin ayrılığını okulla,başarılı olmakla, çok çalışmakla bütünlemişti. Hem gururlu hem de üzgündük. Demek ki başarı gerekli ve güzel bir şeydi ancak buna varmak için gidilen yol sancılı olmak zorundaydı. Bu yolda fedakarlık, yoksunluk, gerektiğinde özlem,hasret, mutlu son içinse beklemek ve hep beklemek vardı. İşte böyle...

Kalp ne kadar küçükse, yokluğun yarattığı boşluk o kadar büyük oluyor. Benim küçük kalbimdeki büyük boşluğu ise evdeki radyo doldurmuştu.

Bildiğim ilk radyomuz buyuk ahşap kasalı, biri acma /kapama ve ses ayarlamaya, diğeri istasyon bulmaya yarayan iki koca siyah düğmesi olan, istasyonları gösteren cam panelinden dışarı vuran parlak ışıkla odayı aydınlatan, sır bir aletti.Radyonun sırrı; sürekli sesli, neşeli,eğlenceli ve içi yararlı bilgi dolu yabancı bir dünyanın , nasıl olupta bu boyutta bir aletin içine sığıp bizim eve gelebildiğini anlayamamamdandı elbette. Biz o dünyanın sessiz dinleyicileriydik ve hiç görmediğimiz o dünya insanlarının hayal dünyamızda ete kemiğe bürünmelerini izlerdik. Radyonun sırrı, abimin mekanizmayı bir şekilde öğrenip bana anlatmasıyla son bulacaktı ilerleyen yıllarda. Ve biz tatillerde istasyon arama düğmesinin kulağını biraz fazla büktüğümüz için her koparttığımızda babamdan azar işittiğimiz ipin nasıl tamir edildiğini de öğrenecektik aynı zamanda.

Benim gibi radyo kuşağından olup da perşembe akşamları yayımlanan "radyo tiyatrosu" nu ,hafta içinde her sabah annemin takip edip akşam babama en ince ayrıntısına kadar anlattığı "arkası yarın" ları, "orhan boran ve yuki" yi, sabah okula gidiş saatlerime rastlayan "toprağın sesi" programını duymayan, duyduklarından bir şeyler öğrenmeyen hiç kimse yoktur herhalde canım ülkemde.
.........................
Sözünü ettiğim radyo yaz başından bu yana benim evimde duruyor. Çalışıp çalışmadığını anlamak için fişini prize takıp denemek istedim, ancak fiş öyle eskiydi ki evdeki hiç bir prize uymuyordu.İptidai koşullarda başka bir fişle değiştirip tekrar denedim.
Düğmesini çevirince "klik" diye bir ses duyuldu ve bu ses bana tanıdık geldi. En azından alette mekanik bir problem yoktu. Ancak çalıştığını gösterir başka da bir şey yoktu, ne ışık, ne de bir ses. Kapatmak üzereyken hoparlörden tınlamaya eşlik eden bir cizirti geldi. Eğildim, iyice yaklaştım, daha iyi duyabilmek için kulağımı radyoya yapıştırdım. Ses arttı, tok bir vınlamaya dönüştü. Radyonun lambalı olduğunu unutmuştum, bunlar geç ısındıkları için geç açılıyorlardı. Tekrar ümitlendim.İstasyonları büyük bir sabırla tek tek geçtim. Ayar düğmesinin arkasındaki ikinci düğmeyi sonradan farkettim, bununla kanalları değiştirebiliyorduk. TRT I-II-III... Heyecanım artttı, doğru kanal ve istasyonu bulabilirsem radyodan anlamlı seslerin çıkacağından emindim artık .Ses arada bir homurtuya dönüşüyordu, sanki birileri konuşuyordu da çok uzakta olduğu için konuşmalarını anlayamıyordum. Bu bende yayının bugünden değil de, geçmişten geldiği hissini uyandırdı. O sırada Zeki Müren "sevgili şoför kardeşlerim, gözünüz yolda, kulağınız bende olsun" dese hiç şaşırmazdım. Sesin kaynağını bulabilmek için iyice yavaşladım. Artık istasyonlar arasında milim milim ilerliyordum. Ses gidip geliyor, şekil değiştiriyor, yokolmuyor ama anlamlı bir söze de dönüşmüyordu. Anlaşılan radyonun içinde hala bir hayat vardı, ancak bugün benimle buluşmaya niyeti yoktu.
Bu şekilde kulağım radyoya yapışık, elim düğmede ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, keskin ısınmış bakalit kokusuyla kendime geldim. Aleti daha fazla zorlamamaya karar vererek kapatıp, fişini çektim.

19 Eylül 2010 Pazar

an'lar


Hepimizin hayatında en az bir kez,"yaşadığıma değdi" ya da "şu an ölsem de gam yemem" dediği anlar olmuştur.Benim oldu, hem de bir çok kez.
Yaz sonunda, marmara ereğlisi sahillerinden belki de senenin en güzel batan güneşini uğurladık bir kaç arkadaşım ve ben.
Hep bir ağızdan "ya meşk! içinde harap ol, ya aşk içinde gönül" eşliğinde... :)

26 ağustos 2010

17 Eylül 2010 Cuma

sahaf


Bugün mutlu , bugün barışıktı tüm dünyayla , hepsinden önemlisi kendisiyle.
Hediye gibi gelivermişti huzur , durduk yerde , nedensiz. Bahardandı belki de , sımsıcak apaydınlık bir hava vardı dışarda. Gözleri yeni görüyormuşcasına, cevreyi merakla ve büyük bir açlıkla tarıyordu . Yollar , yürüyen insanlarla doluydu , ondan habersiz , kim olduğunu bilmeden yanından geçip gidenlerle . Çoğu zaman bu ona çok yalnız hissettirirdi kendini , ama bugün bir başkaydı içi. Umutlu , hedefi olan insanlar gibi heyecanlı,yeni bir şey olmasını bekler bir hali vardı. Mucizevi ; hayatının sakin , durağan, kendi kıvrımlarındaki akışını değiştirecek yeni bir sapak çıkacaktı karşısına biliyordu , hissediyordu.
Gözucuna bir dükkan iliştiğinde önünden geçip gidiyordu neredeyse. Tam beş on adım geçmişken , geri döndü , camın önüne dikildi. Vitrinde bir sürü eski yüzlü ,çeşit çeşit , renkli resimleri ve yazıları olan kitaplar duruyordu. Kitapeviymiş diye geçirdi aklından , aradığı bir kitap varmıydı diye zihnini yokladı. Aklına gelmedi, yine de içeri girmek istedi sıf meraktan ,sırf değişiklik olsun diye. Biliyordu bir yerde bir şey olacak , neden burası olmasındı ? Hiç bir şey düşünmeden, ne söyleyeceğini planlamadan girdi içeri. Sadece burnuna çarpan kokudan dolayı bile kendini bu kararından dolayı kutladı. Bugün seviyordu ya kendisini, ne yapsa ödüllendirecekti. Duvarları yüksek , loş , serin , belki binlerce, milyonlarca kitabın raflarında kendilerini isteyenler için hazır bekletildiği , belki de beklediği bir dükkandı burası. Sahibi yok gibi , oyuncak evi gibi. Dokunmaya çekindi , gözleriyle bakıyordu ne aradığını bilmeksizin , eline almak için içi gide gide. Köşeden biri çıktı , dükkanın arka köşesinden . Buranın sahibi idi besbelli. Üst üste yığılı kitaplardan yapılma köşe ofisinde , bekleyen , beklediğini hiç belli etmeyen , hatta doğru yerdemiyim diye insanı kendinden şüpheye düşüren, çatık kaşlı , kır bıyıklı , orta yaşlı , orta boylu , bıçkın sahaf.
............................
Dışarının sıcak ve boğucu havasına karşın dükkanın içi serindi. Sabah kapıyı açarken , bugünün , herzamanki sıradan günlerden biri olacağını bilerek adımını atmıştı içeri. Raflara göz attı gayri ihtiyarı , herşey bir önceki akşam bıraktığı gibiydi. Akşam kapatıp gitmeden önce , eğer satılan kitaplardan boşalan yer olursa ki , bu sık rastlanan bir durum değildi , üst kattaki arşivinden , boşalan türün bir benzerini alır ve ilgili rafa koyardı. Bu her zaman tekrarlanan bir ayin gibiydi onun için . Hepsinin yerini tek tek bilir , çok gerekmedikçe bilgisayara bakmazdı , ama bazen öyle garip istekleri olurdu ki müşterilerinin ... Kitapları raflarda ; kendi yerleştirdiği biçimde , meraklı ve gerçekten kendilerini almak için uzanan ellere hazır bir biçimde bekliyorlardı . Hikayelerin arasına gerilim , mizahın yanına bilim kurgu , karikatürün yanına bilimsel kitapları asla koymazdı , her türün kendi arasında bir dayanışması olduğunu , birbirlerini tamamladıklarını düşünürdü kendince. Yerlerini değiştirmek, bu dayanışmayı bozmak gibi gelirdi ona.

İşte bu yüzden müşterilerine rahat vermezdi hiç , sevgiliyi sakınırcasına kollardı kitaplarını. Duvarlara yazdığı uyarı mesajları ile insanları ürkütüyor olmayı hiçmi hiç umursamazdı. Düşünürdü ve sanırdı ki böyle yaparsa , kıymet bilmezlerin elinde heder olmazlardı.
Hele hele, geçici bir heves uğruna alınıp da daha kapağı bile açılmadan, kokusu bile duyulmadan rafa kaldırılma ihtimali çok sinirlendirirdi onu. Gerçekten isteyeni gözünden tanırdı , sorularından bilirdi. Onun kitapları , bu sıralar en çok okunanlar listesinde olduğu için , ya da elde tutulup hava atmak için değil , gerçekten istendikleri için , çok arandıkları , bulundukları andan itibaren tadına vara vara okunup , sonra tekrar , bir tekrar daha sayfaları çevrileceği için vardı .Ve kitapla müşterinin buluşma anında , sessiz bir söz verilirdi sahafa ; “ona iyi bakacağımdan endişen olmasın.” Sahaf her bu sözü aldığında , umuda kapılırdı. Dünyada ; saklı kalmışları , üstüne zamanın tozu konmuşları, unutuldukları yerden çekip çıkaran insanlar hala var diye.

Açık kapısından bir müşteri girdi içeri. Hiç acele etmeden , izlemeye koyuldu onu. Dükkanın, üst üste konan kitaplarla sığınağa dönüştürdüğü arka köşesinden . Kimbilir ne arıyor diye geçirdi aklından. İlk cümlesini tahmin etmeye çalıştı. Meraklı ama ne aradığını bilmeyen bir hali vardı. Geçerken uğramış gibi , sıcaktan bunalıp buraya sığınmış gibi. Sevmezdi böylelerini. Umudu kırıldı . İstemeye istemeye köşesinden çıkıp , kadına doğru gitti. “Ne aramıştınız?” . Dalgın dalgın cevap verdi kadın “bakıyorum” . “Bunlar bakılık değil” demek geldi içinden , kendini tuttu. Nazik olmaya çalışıyordu. Köşesine geri çekildi , gereksiz ellemese bari diyerek. Kadının ürkek elleri kitapların üzerinde geziniyordu , hiç birine tam olarak dokunmadan . “Oskar Wilde , Jules Verne’nin çocuk kitapları var mı ?” diye durduğu yerden köşeye doğru seslendi. Sahaf , sıkıntılı sıkıntılı yerinden kalkıp geldi ve tezgahın altından, çevirisi yeni , çocuk anlar diyerek “Denizler altında 20.000 fersah” kitabını çıkardı. “Borcum ne?” diye sordu kadın , “bu bedava , ben çocuk kitabı satmam , biri gelmiş koymuş buraya ” dedi sahaf kayıtsızca. Kadın bakınıyordu hala , gitmek istemez bir hali vardı. “Sait Faik ‘in hikayeleri bulunur mu?” diye sordu sonra . İlgisini çekti sahafın. Bu zamanda pek aranmazdı çağdaş edebiyat yazarlarından başkası. Eski dostlar hatırlanır mı olmuştu ? Yüzündeki ilgili ifadeyi farketmiş olsa gerek ki , kadın devam etti. “Ben hikaye yazmaya çalışıyorum , daha doğrusu bir kaç denemem var” dedi çekinerek. Daha bir ilgisini çekti .
“Gönderiyormusunuz bir yerlere?”
“Hayır , sadece yazarım , bende durur.”
“Kim bilecek ki sizi?”
Kadın mahçup , utangaç gülümsedi. Yanlış bir şey söylemekten korkar bir hali vardı. Cesaret vermeye çalıştı sahaf , “size bir çay söyleyeyim” konuşma devam etsin istiyordu.
“Ben öyle herkese satış yapmam , herkesle de sohbet etmem” . Duvardaki yazıları gösterdi. Ne istediğini, ne aradığını bilmeyen , meraklı ellerine hakim olamayan müşteriler için olan yazılarını .
Kadın güldü yine , bir şey söylemedi. Kadının sessizliğini , bilgeliğine , anlayışına verdi bu onu rahatlattı. Kendini anlattı , kitaplarını anlattı , kadını dinledi. Bir dönem , aynı dünya manzarasına bakmış iki insan, benzer üniversite anıları , benzer korkular ve güvensizliklere rastladı konuştuklarında. Özele girilmeden , birbirlerinin isimlerini bile sormadan kurulan bir sohbet ortamı , kendiliğinden gelen . Çaylar bitti , yeni sigara siparişi bile verildi . Bir kaç müşteri geldi , gitti. Sohbet hep kaldığı yerden devam etti. Kadın hep sedirin hemen kenarında , kalkar gibi oturduğu yerde. Telefon çaldı sonra. Kadın kalktı , adam telefona cevap verdi , çoşkuyla . Bir kart uzattı kadına , aldı kadın , hoşçakalın dedi arkasını döndü ve çıktı dükkandan.
................................
Sahaf , dükkanın demir kapısını açtı. Günlerden Cuma , hava biraz kapalı, hafifte rüzgarlı idi. Ürperdi azıcık , pek üşümezdi oysa. İçeriyi havalandırdı , raflara ve tezgahtaki kitaplara baktı. Her şey yine bıraktığı gibiydi. “Her gün aynı be” diye mırıldandı “ne bekliyorsun ki?”
Dükkanin arka köşesine doğru gitti , “keşke akşamdan küllükleri boşaltsaydım” diye düşündü , ne berbat kokmuştu . Eliyle havayı kovar gibi yaptı bir kaç kez. Bir sigara yaktı, telefona uzandı. “Mahir bir çay kap gel , hadi aslanım.” Bilgisayarın düğmesine dokundu ayağıyla, gürültülü fan sesiyle çalışmaya başladı alet. Siyah ekranda , beyaz yazılar aktı bir sure , sonra Windows logosu ve mavi ekranda “hoşgeldiniz” yazısı.İnternet bağlantısını tıkladı , bekledi. Mail kutusunun üzerine getirdi oku , sağ tuş iki kere tıkladı yine bekledi. Ekranda okunmamış mesajlar belirdi , isimlere göz attı çabuk çabuk. Tanımadık bir mail vardı üçüncü sırada. Tıkladı , bekledi........

6 Eylül 2010 Pazartesi

bayram

Bugun pazartesi, haftanın ilk günü olmakla beraber bir çok çalışan için ender olarak sevimli bir gün.
Bol tatilli, bayramlı seyranlı ülkemiz insanı arefe olan çarşamba gününden sonra mübarek ramazan
bayramını idrak edecek. Tatile gidenlerden pazar günkü refarandumu ciddiye alanlar tatillerini yarıda bırakıp dönecekler, evdekiler için ise durum daha rahat. Varsa büyüklerin ziyaretleri, yoksa mezar ziyaretleri, ardından denk düşerse dost arkadaş kutlamaları veee ilahi ev tembelliği.
Her ne kadar evde klasik bayram sabahı ritüelini yaşatma adına şekerleri hazırlayıp, erken kalkıp radyo ya da tv'deki oyun havalarını açacak olsam da , her yıl kendimde dahil tüm ev halkının çocukluğumuzdaki bayram ruhundan giderek uzaklaştığını üzülerek görmekteyim. Yapacak bir şey yok, hayat devam ediyor, insanlar ve alışkanlıkları değişiyor. Değişmeyen tek şey, değişimin kendisi...
Bayramınız kutlu olsun, cebiniz şekerle dolsun...

5 Eylül 2010 Pazar

çocuğumu büyütüyorum

Dün blogumun ilk günüydü. Sadece kendime bir blog edinebilmiştim. Tasarım konusuna nereden
gireceğimi bilmiyordum. Gece bir ara umutsuzluğa kapıldığımı söylemeliyim. Masa başında içime öyle bir fenalık çöktü ki, kalkıp blog fikriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan komşularımı arayıp onları arka bahçede scrabble oynamaya davet ettim.
Bugün blogumun yeni tasarlanmış halini görüyorsunuz. Bu konuda kendimden ummadığım kadar yol katettim, tabiki internetin sunduğu hizmetlerle, ancak ayrıntıları kendim oluşturarak.
Ancak tek bir sayfa standartına bağlı kalmaktan sıkılacağımı düşünüyorum. Bu yüzden hava koşullarına, mevsim değişikliklerine ve ruh halime bağlı olarak görsel unsurlarda yapacağım değişiklikler sizi şaşırtmasın .
Eski şablonumu görme fırsatı bulabilenler için;
Artık sayfama resim bastırmayı ve resim altı yorum yapmayı becerebiliyorum. Bu yüzden sonbahar yapraklarıyla bezenmiş sayfamı uçurmak zorunda kaldım. Resimler siyah fonda daha iyi duruyor. Kendi çektiğim resimleri paylaşmayı istiyorum bu yüzden en kısa zamanda evdeki fotoğraf makinesini kullanmayı öğrenmem gerekiyor. Çok işim var çok:))
Yine de uzun zamandır olmadığım kadar mutlu ve heyecanlıyım.

4 Eylül 2010 Cumartesi

acemi blogcu

Merhaba,

Şu an izlendiğimi hissediyorum ve bu beni geriyor. Umarım tanıdıklarımdan, dostlarımdan biri/birileri içimi dökme adına burada acemice yapmaya çalıştıklarımı izliyorlarsa, hoşgörülü
olurlar. Kafamda bu blogun şablonu, nereye gideceği, hedefi konusunda ne yazik ki hiçbir fikir yok.
Sadece paylaşma isteğim var. Gördüklerimi, yaşadıklarımı, beni heyecanlandıran, umutlandıran ,
umutsuzluğa düşüren herşeyi paylaşmak.
En kötü başlangıç, hiç başlamamaktan iyidir savına sığınıyorum ve ilk paylaşımımı sanal aleme
gönderiyorum.

Tekrar merhaba....