24 Eylül 2014 Çarşamba

dönüş vakti







Keşke öfkeye kapılmamayı, kin duymamayı, içten içe birilerinin felaketini istememeyi becerebilseydim. Şu son aylarda yaşadıklarımdan, gördüklerimden sonra bu mümkün olmuyor.

Bu durumumdan hiç hoşnut değilim. İçim öfke dolu. Yüreğimin üzerinde bir kocaman taş; ağırlığı ile eziyor da eziyor. Gün geçmiyor ki üzücü bir şey olmasın. Kederli bakışlar, ağlayan insanlar görmeyeyim ekranlarda.

Sevindirici haberler bile, ülkemin üzerine çöken bu hüzün bulutunu yok etmeye yetmiyor. Domino taşları misali her an, her saat birer birer yıkılıyor içimdeki huzur sığınakları.Bu eğreti huzur kaleme ilk fiskeyi kim , ne zaman vurdu ?

Çocuklar kolay büyümüyor bu ülkede. Ya büyüyemeden yok olup gidiyor, ya da çevresindeki büyüklerin gergin, kaygılı havalarını soluyarak asabi varlıklara dönüşüyorlar.

Benim çocukluğumda anne ve babamın yalnızca iyi insan olmam, iyi okumam, iyi bir evlilik yapmam ve sağlıklı olmam konusunda kaygıları vardı. Mahallede ki en yakın okula gitmemde bir beis yoktu. Eğer çalışkan bir talebe isem başarılı olurdum.

Okul ne kadar uzakta olursa olsun , giderken başıma bir şey geleceğini düşünmezlerdi. Yollar, insanlar,yaşadığımız yerler güvenliydi. Beklenmedik olayların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Ona da kader denir, geçilirdi.

Ya şimdi???

Bir Berkin Elvan vardı. Hani şu başına yediği gaz kapsülünden dolayı 269 gün komada kalan. Onu ve ailesini televizyonda tanıdık. Hayatlarını, başlarına gelen felaketi dizi izler gibi izledik. Adı her geçtiğinde içten içe sıkıldık, üzüldük. Evdeki çocuklarımıza bakıp bakıp şükürler ettik. Nedenli nedensiz gidip sarıldık, öptük.

Sonra haber değişti, biz de unuttuk gittik. Nasılsa bir gün uyanır diye geçirdik aklımızdan. Ben bir ara, ergen bir çocuk komadayken büyür mü diye kafa yordum. Bıyığı sakalı çıkar mı, boyu uzar mı, kıl tüy yapar mı ? Borazan sesiyle "anne ben ergenim, sinirliyim, üstüme gelme" diyemez ama  varsın olsun. 100 yıl uyuyan prenses olur da, prens olmaz mı? Adı gibi güçlü kuvvetliyse eğer, Berkin prens uyanıp, yakışıklı, filinta gibi bir delikanlı olarak yine ekranlardan el sallar bize. Bunu kurdum içimden. Hayali güzeldi.

Ama olmadı. Berkin, 45 kilodan 15 kiloya düştüğüyle haber oldu en son. İnsan bedeninin üçte ikisi yattığı yerde yok olursa, geriye ne kalır? Geriye üzüntüler, pişmanlıklar, keşkeler kalır bence;
- o ekmeği almaya göndermeseydik.
- bu sokakta ev tutmasaydık.
- buraya hiç gelmeseydik.
- ben ölseydim de, bunu yaşamamış olsaydım.

Ama kimse ölmez, ölemez. Koca bir kara deliğe bakarak yaşamaya mahkum edilmiş diğer insanlar gibi...

Biz Berkin'den geriye ne kaldığını görmedik. Yetişkinleri koydukları kocaman bir tabuttu eller üzerinde taşınan. Sonradan gazlanacak, ıslatılacak mahşeri bir kalabalık yürüdü cenazenin arkasından. Ben de o kalabalığın içindeydim. Gaz yeyip ıslatılana, itilip kakılana kadar da orada olmaktan mutluydum. Peki biz o gazı niye yedik?

Son zamanlarda öyle çok "niye? " diye soruyorum ki... Cevap gelmedikçe zihnim otomatik olarak nedeni kendisi buluyor. Doğa boşluğu doldurur.

Bu akla ziyan sürecin içinde , ne bulduğum cevaplardan, ne de sonuçlarından hoşnudum.
Alıp başımı gideyim diyen pek çokları gibi ben de huzur içinde , kalan hayatımı sürdürebileceğim bir yer arıyorum.





2 Nisan 2014 Çarşamba

30 mart 2014 seçimleri





Seçim günü sabah erkenden kalkıp hazırlandık. Bayram heyecanı var yüreğimizde.Oy vereceğimiz okul eve çok yakın . Oyumuzu kullanıp, ardından dışarıda mükellef bir kahvaltı yapmak planımız. Neyse ki günlerdir devam eden puslu ,yağmurlu havaya inat, seçim günü dışarısı aydınlık ve sıcak. Güneş iyi şeyler olacağını müjdelercesine gökyüzünden göz kırpıyor bizlere.

Yol boyunca sağımdan, solumdan geçenleri izliyorum. Ellerinde sıkı sıkı tuttukları nüfus cüzdanı ve seçmen kartlarıyla kararlı adımlarla oy vermeye gidenler, oyunu kullanıp görevini yerine getirmiş olmaktan dolayı gururlu bir edayla dönenler sokaklarda. Kime oy verdiklerini, ya da vereceklerini anlamaya çalışıyorum tiplerinden. Fazlaca kapalı ve birbirlerine yapışarak yürüyenleri engellemek istiyor bir yanım, gitmesinler, oylarını kullanamasınlar istiyor içim. Utanıyorum aklımdan geçenlerden.

Sabahın erken saatlerinde bile okul çok kalabalık. Bir ara açlıktan bayılacak gibi oluyorum. Eşimi sırada bırakıp bulduğum ilk boş sandalyeye çöküyorum. İnsanlar bin bir çeşit. Ne kadar farklı tip var; yüzleri, gözleri, boyları posları ...Bunlar yaradılıştan gelen farklılıklar. Bir de sonradan kazanılmış giyim kuşam ve davranış biçimi farklılıkları var. Sadece gözlerini açıkta bırakan kara çarşaflı  kadın yanımdaki boş sandalyeye oturuyor. Oğlu ve kocası ayakta. Göz ucuyla onu izliyorum. Ne düşünür, ne hisseder bu karanlık kıyafetin içinde? Ağzı, burnu kapalı üstelik. Nasıl nefes alır? En merak ettiğimse, bulunduğu ortamda bu kadar farklı görünmekten rahatsız olup olmadığı.Bir keresinde yazlıkta giymeye alışık olduğum şortu değiştirmediğim için, elektrik faturasını yatırmak için gittiğim köydeki postanede çok pişman olmuştum. Oraya günlük kıyafetleriyle gelmiş kadın ve erkeklerin arasında  çıplak gibi  hissetmiştim kendimi.

Kadın karşı sandalyede oturan ben gibi biriyle selamlaşıyor.  Aynı sokaktan veya binadan tanıştıklarını düşünüyorum. Oğlunu göstererek, bu sene üniversiteye başladı diyor. Karşılıklı iyi dileklerde bulunuyorlar birbirlerine. Kadının sesini duymak, benimle benzer kaygılara sahip olduğunu bilmek ona ilgimi arttırıyor. Hayalimde üzerindeki çarşaf kalkıyor ve  altından sempatik gençten biri çıkıyor ortaya. Sohbet etmek istiyorum ama  sadece gözlere konuşmak ister miyim? Son zamanlarda böyle giyimli kadınları aileleriyle birlikteyken izlemek ilgimi çekiyor. Kıyafetlerini nasıl kullandıkları, bu kumaş kalabalığıyla nasıl baş ettiklerini görmeye merakım büyük. Geçenlerde bir tanesi 2-3 yaşlarındaki çocuğunu giydirebilmek için siyah uzun eldivenlerini çıkarmak zorunda kalmıştı. Bir daha ne zaman takacak diye uzun bir süre takip ettim ardından. Onlarda bizi izliyorlar mı acaba? Hiç göz göze gelmiyoruz ki. Ayıp, günah bir şeymiş gibi hepimiz kaçırıyoruz gözlerimizi birbirimizden. İçimde daha önceleri  fark etmediğim, son zamanlarda ortaya çıkan bu ayırımcı ruh hali de neyin nesi ? Ruh dünyamı kaplayan barışçıl, uçsuz bucaksız çim saham , ne zaman ayrık otlarının işgaline uğradı? Nereden gelip yerleşti beynime bu küçük kurt? Oysa gelip geçmek istiyorum insanların yanından farklılıklarına takılmadan, farklılıklarla zenginleşerek.

Arkadaşlık etmekten hoşlandığım, konuşmak istediklerim için ; giyim kuşamın,  kime oy verdiklerinin umurumda olmadığı bir dünyayı özlüyorum ta derinden. Böyle bir dünyaya doğduğumu hatırlıyorum ve çocukluğumun böyle bir dünyada geçtiğini. Sokakları evim gibi hissettiğim, üç sokak ötede oturan insanları komşum bildiğim bir dünya. Sokakta yürürken , bu kadın gibi giyinmiş birine selam verdiğini görüp şaşkınlıkla tanıyor musun diye sorduğumda ; tanımasam da verdiği selamı almalıyım diyen annemin beni büyüttüğü dünyayı özlüyorum ben.

Kendi kendime söz veriyorum oracıkta. Kimseyi kılık kıyafetine, düşüncelerine, yaşayış biçimine göre ayırmayacağım. Asla!

Akşam oldu. Televizyonlar seçim yasakları nedeniyle çok tatsız.Günlerdir haberler, açık oturumlar, gece boyu yayınlanan tapeler yüzünden uykusuz kalmaya alışmış bünyem belgesel , naif sohbet programları izlemeye dayanmıyor. Evdekilere bakıyorum, hepsi benim gibi. Kıpır kıpır içimiz, sonuçları görmek için sabırsızlanıyoruz. Yasakların kalkmasına yakın alelacele yemek yeyip tekrar televizyon başında konumlanıyoruz. Ne mi bekliyoruz? Dün ve yarın arasında büyük bir değişiklik. En azından değişiklik olacağına dair büyük bir umut. Savunduğumuz değerlerin, çoğunluğun nezdinde kabul görmesi. Sahi biz neyi savunuyorduk?

Ekrandaki yüzler kabul etmeliyim ki oldukça profesyonel. En ufak bir ip ucu vermiyor mimikleri. Bazılarının ciddiyetini hayra, tebessümünü  şerre yoruyoruz ama nafile. Sonrası malum. Giderek azalan umut, yerini kaplayan iç sıkıntısı ile birer birer geçiliyor kanallar. Her kanalda değişen rakamlarda ya tekrar umutlanıyor, ya da küfre boğuluyoruz alışkın olmayan ağızlarımızda. Babamın bunca yıllık hayatımda bir defa bile küfür ettiğini duymadım ben. Ne ilginç. Edebiyat sever, küfür etmez, bir kere bile karısını aldatmamış bir adam. Benim küfür lügatımdaki aptal, geri zekalı, eşek, manyak kelimelerine bile karşı. Trafikte, ağzımdan çıkan  bu lafları duyduğunda  ne kadar şaşırıp, benden utandığını hatırlıyorum ekrandaki sonuçlara küfrederken.

Ve seçimin sonuçları... Seçimde hile var, şaibe var lafları beyhude. Buraya gelene kadar olanlardan sonra , seçimde ne bekliyorduk ki acaba?  Sonuç ortada. Beğensem de, beğenmesem de, bana ve benim gibi yetiştirilen insanlara öğretilen değerlerin çatırdadığı bir toplumun bireyiyim ben artık. Bu yeni değerlerden ne kadar sakınabilirim kendimi bilemiyorum. Güvenebileceğim kurumlar kapıya kilit vurup çekip gitmişler sanki. Hukuk, ahlak ikinci kümeye düşmüş toplumun yarısının nezdinde. Gölgeleri kendilerinden büyük adamların beş kat tepeden bakarak salladıkları elleri tutmak için kendini paralayan insanlarla dolmuş ülkem. Yaşadığım bu topraklarda ihtilafa düştüğüm insanlarla kavga kaçınılmaz olmuş. Uzlaşma kültürü iflas etmiş. Objektif, güvenilir olmasını beklediğim ara bulucular susmuş. Ödül , ceza kavramları tepetaklak.  Kendinden memnuniyet halleri sorgulanır durumda. Ezberler bozulmuş.

Bu yaştan sonra nasıl öğrenilir bunca yeni ders? Kafa alır mı, ruh kaldırır mı bu ağır yükü?

Bütün bu soruları sorarken kendi kendime, gün içinde söz verdiğim hoşgörü duygusunun buharlaşıp yok olmasından korkmaktayım. Umut , hocanın kaybettiği eşek misali şu dağın ardında. Eğer orada da değilse , ben bilirim ne yapacağımı.