4 Aralık 2011 Pazar

ben sende tutuklu kaldım


“Yalnızca gidişi  olan tek bir yol var sanıyordu kadın, öyle upuzun, dümdüz uzanan önünde…
Ayaklarına takılsa bile düşürmezdi onu hiçbir taş. Vazgeçmezdi, gözleri kapalı ilerlerdi ezbere bildiği yoldan. Geriye dönüp bakmasaydı, anlamayacaktı yürüdüğü yolun sapaklarla dolu olduğunu ve bilmeyecekti bu yolun başka bir yol olduğunu.”

-Tekrar dinlemek istiyorum, parçayı başa alır mısın lütfen. Camındaki buğuyu elinin tersiyle sıyırıp dışarı baktı Nida. Eve daha çok vardı. Bu iyi diye düşündü, kafası böyle allak bullakken eve gitmek istemiyordu. Yüzüne bakar bakmaz bugün bir şeyler olduğunu anlardı Murat. İfadesindeki değişikliklerin ne anlama geldiğini bilecek kadar uzun zamandır tanıyordu Nida’yı.
O sene kış erken gelmişti İstanbul’a. Havada kar kokusu vardı. Nida eli kolu paketlerle dolu dışarı çıktığında soğuktan içi ürperdi. Kapıda onu bekleyen arabaya kendini dar attı. Saat tam 10’da orada olması gerekiyordu. Her ne kadar koşullar esnetilmiş olsa da, bu ziyaretin bazı kuralları vardı. Önceden izin almak kaydıyla, belli saatlerde görüşme yapılabilirdi onunla. Bu görüşmeyi uzun zamandır bekliyordu Nida. Bir kaç kez, eşiyle birlikte ziyaret etmek istediğini bildirir notlar göndermişti Samet beye. Hepsinden de olumsuz yanıt almıştı. Belli kişileri kabul etmişti; yalnızca karısı, kardeşleri, avukatları ve sekreteri. Kocasının bu gerekli insanlar listesinde yer almadığını tekrar, tekrar hatırlatması canını sıkmıştı. Murat en acıtıcı sözleri, en olmaz zamanlarda söylemeyi nasıl da becerebiliyordu? Sırf nispet olsun diye haberi alır almaz kocasını arayıp, sesine üzgün bir hava vererek -yeni görev dağılımı içinmiş canım, seni kabul edemiyor demişti. İsterse o da acımasız olabilirdi. Diğer yandan geç de olsa ona yakın insanlar saffında yer almak gururunu okşamıştı. İşler sarpa sardığında, bir şeyleri bahane ederek bırakıp gidenlerden olmamıştı hiçbir zaman. Ve işte şimdi görev onu çağırıyordu. Tüm Pazar gününü bu görüşmeyi ve orada konuşacaklarını düşünerek geçirmiş, oyalanmak için de mutfakta pasta, börek yapmakla uğraşmıştı. Pişirdiklerinin bir kısmını itina ile evdeki en şık kaplara yerleştirmişti sonra. Koşullarını görmese bile; yaşamaktan büyük keyif alan, canlı/cansız güzel olan her şeye tutku düzeyinde bağlanan bir adam için şu an bulunduğu ortamın çıldırtıcı olacağını tahmin edebiliyordu. Kendi elleriyle yaptığı yiyecekler ve eğer varsa yanında içilecek demli bir çay onu mutlu ederdi belki. Bütün bunları düşünürken, güvenlik görevlilerin görsel bir şölen kıvamında sergilemeyi planladığı eserlerini kontrol maksadıyla delik deşik edeceklerini bilemezdi Nida.
Şehrin dışında, yağmur nedeniyle çamura dönüşmüş toprak bir yolun sonundaydı hapishane. Büyük sürgülü demir kapının üzerinde koskocaman harflerle Ceza İnfaz Kurumu yazıyordu. Kapıdaki nöbetçi, arabanın geçişine izin verip bozuk asfalt zeminli avluda bir süre bekletti onları. Yanlarına gelen başka biri güvenlikten geçmek için acele etmelerini söyledi. Buraya ziyarete gelmiş siviller de, içerideki tutuklu yakınlarıyla aynı muameleye tabi tutuluyorlardı. Mahkûmun kollandığı ölçüde, ziyaretçisin de kollanacağı, yazılı olmayan ancak racon gereği hemen her yerde geçerli olan bir kuraldı nedense.
Başına tuttuğu pardösüsüyle yağmurdan korunmaya çalışarak arabadan indi. Kurşuni gökyüzü altında eski taş bina, yüzleri asık adamlar, kapıda nöbetleşe bekletilen siyah takım elbiseli korumaların yanında, zayıf bedenini ısıtmaktan aciz, mevsime göre ince kalan giysileriyle ve yüksek topuklu çizmeleriyle çok tezat bir görüntü oluşturuyordu Nida. Koşar adımlarla binanın içine girdiyse de giysileri bir hayli ıslanmıştı. İçersi, dışarısı kadar soğuktu. Ellerindeki evraklarla sağından, solundan geçen insanlar, işlerini yapar görünürken göz ucuyla onu süzüyorlardı bir yandan. Her halinden buraya ait olmadığı belliydi. Hayat garipti, Samet beyi de burada düşünemiyordu ama buradaydı işte. Kimliğini aldılar, ana adı, baba adı, ziyaret sebebi gibi iç bunaltıcı bir sürü soruların cevaplandığı sarı kâğıtlar kaşelendi, imzalandı. Ardından üst baş aramasının yapılacağı odanın kapısını gösterdiler ona. Mavi giysili, kara saçlı, karakaşlı kadın görevli fazla titizlenmeden, giysilerinin üzerinden elleriyle dokunarak muayenesini tamamladı. Kadın da olsa, yabancı biri tarafından ellenmekten huzursuz olmuştu. Buraya gelmeden sade, kolay giyilip çıkarılan bir elbise giymesi konusunda uyarılmıştı. Bazılarının elbiselerini çıkarttırıp sutyen ve donla bırakıldığını, hatta eğer kuşkulanırlarsa tamamen çırılçıplak soyup vajina muayenesi yaptıklarını duyduğunda, kendi başına da böyle şeylerin gelebileceğini düşünüp çok korkmuştu. Elbisesini düzeltip, çizmelerini ayağına geçirdikten sonra rahatlamış olarak dışarı çıktı. Kendisine eşlik eden görevli memurun peşinde uzun koridorları, iki kat merdiveni, bir kaç parmaklıklı kapıyı aştıktan sonra görevi devralan başka bir memurun gürültüyle açtığı son kapıdan Samet beyin bulunduğu koridora girdi. Kapıdaki memur o içeri girer girmez arkasından, sanki azılı suçlular kaçacakmış gibi gürültüyle sürgüyü çekip, kilidi takarak koridorun dışında onları rahatça görebileceği bir yere mevzilendi. Koğuşlar, bulunduğu koridorun ucunda olmalıydı ama durduğu yerden göremiyordu. Güvenlik nedeniyle bu alandaki tüm koğuşların boşaltılıp, içlerinden birine Samet beyin yerleştirildiğinden haberi vardı. Haksız da sayılmazlardı. Az patırtı kopmamıştı Samet beyin ardından. Günlerce, haftalarca basın bu haberi vermişti ilk sayfadan. Tüm dengeler değişmişti ülkede, onun anlattıklarıyla. İçeri alınıp susması sağlanmıştı sonra. Onun dışında herkes dışarıdaydı oysa.
Eski mahkûmlardan kuru, kavruk bir adamı yemek yapsın, çay demlesin, getir götür işlerine baksın diye bırakmışlardı yanına. Koca alan sadece iki kalorifer peteğiyle ısıtılıyordu görünürde, onlar da soğuktu. Yer, yer nemden boyası kabarıp kahverengiye dönüşmüş duvarda, insan boyunun uzanabileceğinden çok yüksek mesafede boylu boyunca pencereler sıralanmıştı. Hepsi de kapalı olmasına rağmen, bir kaçının kırık camından içeriye buz gibi soğuk bir rüzgâr esiyordu içeriye. Bu kadar ince giyinerek hata etmişti. Ne bekliyordu ki, gümbür, gümbür yanan bir sobanın başında oturmayı mı? Ancak içine girdiğinde anlayabiliyordu insan, kendininkinden çok farklı yaşamlar olduğunu. Gerçekliğine ise ancak o yaşamın içinde kaldığında varabiliyordu. Nida, Samet beyin kısa bir süre önce geride bırakmak zorunda kaldığı görkemli yaşantısını düşününce onun için bu durumun ne kadar zor olduğunu iyice anlamıştı.
Düşüncelere dalıp gitmişti ki, on beş yirmi adım ötesinde durup ona bakan Samet beyi fark etti. Bakışlarında çokça şefkat ve özlem, azıcık da mahcubiyet vardı. Nida bu kadar heyecanlanmayı beklemiyordu, kalbi sanki kulaklarında atıyordu, küt, küt, küt, küt… Zaman da, vücudunu taşıyan bacakları gibi iyiden iyiye ağırlaşmıştı sanki. Birbirlerinden gözlerini ayırmadan öylece bakıştılar. Nida’nın karşısında gördüğü, biraz zayıflamış, daha gençleşmiş, hala çekici ve çok karizmatik bir adamdı. Saçları kısa ve düzgün kesilmiş, yüzü traşlıydı. Ona doğru ağır adımlarla yaklaşarak kollarını uzattı ve kendine doğru çekerek kucakladı Nida’yı. Kolları omuzlarından aşağıya düşmüş bez bebek gibi, kendisini adamın kolları arasına bıraktı ve yüzünü kazağının yumuşak dokusuna gömerek üzerine sinmiş olan  parfüm kokusunu içine çekti. Kalbindeki çarpıntı geçmiş, sakinlemiş, bir tüy kadar hafiflemişti o an. İlk karşılaşmayı hiç böyle hayal etmemişti. Ne kendinde, ne de onda bu kadar yoğun bir özlemle karşılaşmayı beklemiyordu. Şaşkındı, mutluydu, kontrolsüzdü, zamansızdı ve mekânsızdı o anda. En son ne zaman böyle hissetmişti? Ne zaman dolu, dolu kucaklanmıştı? Adam yumuşacık bir tonda -üşümüşsün yavrucuğum diyerek, üzerinden çıkardığı kalın yün kabanını omuzlarına geçirdiğinde, kocaman kabanın içinde kayboldu Nida. Peş peşe gelen bu jestlerden iyice afallamış olarak, üzerine konan kâğıt, kalem ve dosyalardan çalışma masası olduğu anlaşılan ve ofisteki maun takımla uzaktan yakından alakası bulunmayan metal döküntünün etrafında duran kuru sandalyelerden birine çöktü. Bir gün önce tasarladığı cümlelerin hepsini unutmuştu, hiçbiri onun cümleleri değildi artık. Buradan çalışmadım hocam diyen acemi bir öğrenci gibiydi, ilk cümleyi kendisini sabırla izleyen adamdan bekleyerek, boş ve amaçsız kalan ellerini saklayacak bir yer bulmak istedi. Adam ellerini, ellerinin arasına alarak ısıtmaya çalıştı bir süre, elleri sımsıcaktı. Hep orada kalsınlar istedi Nida, utandıysa da ellerini çekmek hiç içinden gelmedi. Her teması yakın, içten ve bir o kadar da ölçülüydü adamın. Tedirgin olmadı, olamadı. Hep öylelermiş gibi geldi ona, birbirini hasretle bekleyen, kilit altında özlemlerini gidermeye çalışan iki insan. Koridorun dışında oturup onları izleyen memuru tamamıyla unutmuştu.
-Az önce içerde yaşadıklarım gerçek miydi? Beni özlemle kucaklaması, ellerimi tutuşu, gözlerimin içine bakarak söylediği o sözler… Bütün bunlar gerçekten oldu mu, yoksa rüyada mıyım? Dışarı çıktığı andan itibaren sürekli bunu düşünüyordu Nida. Sessizliği bozan ilk cümleyi adam kurmuştu. -Gelmenizi ben istemedim. Sen onun yanındayken, ben burada olmaya dayanamazdım derken ‘kocanın’ diyememişti. Ziyaret taleplerinin sürekli geri çevrilmesinin ardında böyle bir nedenin olabileceği aklının ucundan bile geçmemişti. Neden şimdi? Neden daha önce hiç bahsetmedi o zaman? Bu soruyla sürekli beyninin içini kemirip duruyordu kafasındaki küçük kurt. Şirketin yılbaşı balosundan dönerlerken yol boyunca kocasıyla arasında geçen konuşmayı hatırladı. -Erkekler böyle şeyleri anlar, bu adamın sana ilgisi var fark etmiyor musun? demişti Murat. Nida karşı çıkmış,  onu abartmakla suçlamıştı.  -Böyle bir şey nasıl olur, beni biliyor seni biliyor, bana değer veriyor sadece diyerek konuyu kapatmıştı. Murat haklı çıkmıştı işte. Demek ki kendisi de bütün bunları görmüş görmezden gelmiş, üstünü örtmüştü bu güne kadar. Bir yanı içten içe hoşlanmış, diğer yanı ise üç maymunu oynamıştı. Hem söze dökülen hiçbir şey yoktu ki. Ama şimdi durum farklıydı. İçindeki her şeyi elleri, sözleri, gözleriyle anlatmıştı Nida’ya. Onun gözlerinden kendine baktı. Bu adamın kafasında kurduğu kadın ben miyim? Ben kimim? Sıradanım. Deneyimsizim, kum deryasındaki tek bir kum tanesi gibiyim. Mümkün olabilir mi? Gerçekten olabilir mi? Ellerini, ellerinin arasına alıp, bu yaşadıklarının çok zor olduğunu söylerken gözünden süzülen yaşları görmüştü Nida. Silmeye bile yeltenmeden, öylece yanaklarından aşağı akmasına izin verdiği damlalar yol bulamayıp kazağının üzerine düşerken, Nida da onları izlemişti. Herkesin önünde ceketini ilikleyip saygıyla durduğu adam, küçücük bir kadının karşısında ağlamıştı. Buna hakkım yok, biliyorum, senden hiçbir şey isteyemem demişti. Bu duygunun onu şu gördüğü demir parmaklıklardan daha gerçek ve çıkışı mümkün olmayan bir hapis hayatına mahkûm ettiğini söylemişti. Bunları duyduğunda nutku tutulmuştu, ağzından tek bir kelime bile çıkmamıştı. Ama şimdi kafasının içindeki ses sürekli haykırıyordu. -O zaman niye söylüyorsun? Bile, bile beni neden yakıyorsun? Neden aklıma giriyorsun, neden, neden?
Bu konuşmanın, en başta önünü keserek yapılmasına izin vermeyebilirdi. Sadece dinlemiş ve sessiz kalmıştı. Sessiz kalmakta bir nevi kabul etmek anlamına gelmez miydi? Suçlusun! Diyerek gürledi içindeki koro hep bir ağızdan. Değilim, öyle güzel bakıyordu ki bana, bu kadar zayıf olabileceğimi tahmin edemezdim. Kocan peki, onu hiç düşündün mü? Diye üsteledi aynı ses. Onun yanındayken, önce ve sonra diye bir şey kalmamıştı ki aklına Murat gelsin. -Ben bir söz vermedim diye mırıldandı. Ama eğer, sadece beni düşündüğünü bilmek istiyorum deseydi; evet yalnızca seni düşünürüm, senin için yaşarım, senin için nefes alırım, göremediğin her şeyi senin için görür gelir sana anlatırım, soluğun olurum, gözün olurum, kulağın olurum, havan olurum, suyun olurum, istersen senin için ölürüm derdi. Her şeyiyle özgür bir kadın olarak çıktığı yoldan, yüreği tutuklu bir kadın olarak dönüyordu Nida.
“Ey aşk sen nelere kadirsin, hem fütursuz hem de kendini beğenmiş bir şeysin, haber vermeden gelirsin, hiç de nazik değilsin.”

29 Kasım 2011 Salı

kadın olmanın binbir türlü halleri




Kadın olmanın binbir türlü halleri var, benim anlatacağım bu hallerden sadece bir tanesi ve en trajikomik olanı…
Dün  karanlık bir hikaye yayınladım blogumda, okuyanlar bilir. Eminim içinizi kasvet bürümüştür , ama kasvet  ruhumuzda  zaman zaman yaşanan  bir ay tutulması anı. Bunu romantik bulmasam da, geçip gittiğinde ilginç gelir bana. Yine de hep daha komik bir şeyler yazmak isterken gidip efkarın dibine nasıl vurduğuma şaşıyorum her seferinde.  Öğlen yazdıklarım karanlık yanım ve öğlene kadar yaşadıklarımda öyle. Ancak gün içinde bir şey oldu sizin bilmediğiniz, ondan sonra herşey bana komik ve kabul edilebilir görünmeye başladı. İşte paylaşmak istediğim de bu değişimin öncesi ve sonrası  zaten.
Şimdi eminim aklınızdan çok farklı şeyler geçiriyorsunuzdur. Keyifli bir haber aldı, uzun zamandır görmediği birinden telefon geldi, hoş bir komplimanla karşılaştı, birine aşık oldu, biletine büyük ikramiye vurdu vb… Kafanızdan geçen ihtimalleri olasılık yüzdesine göre  büyükten küçüğe sıraladım.Hala birine aşık olma ihtimalinin, büyük ikramiye çıkma ihtimalinden kuvvetli olduğunu düşünmem kadın olmanın saflık derecesinde iyiniyetli  hallerinden biridir ki bu konuya  ayrı bir zamanda girmeyi planlıyorum.
Yok, öyle sandığınız  gibi bir şey değil benim başıma gelen, tabi ne olduğunu bütün açıklığıyla burada yazmayı hiç düşünmüyorum.  Sadece  etkilerinden  bahsetmek niyetim , siz anlarsanız o başka tabi sevgili kadın okuyucularım.
Sabah babamı hastaneye götürdüğümden bahsetmiştim daha önce. Hastane, Vatan caddesi üzerindeki  emniyet müdürlüğü binasıyla yanyana. Her iki binanın girişi , karşılıklı olarak dar bir  caddeye bakıyor.  Çift yönlü işleyen cadde,hem gelip giden hasta trafiğinden hem de  sıkı polisiye tedbirlerden  dolayı zaman zaman  tam bir keşmekeş . Her ne hikmetse ben de bu keşmekeşin yaşandığı  zamanlarda oradayım. Babamı kapıya bıraktığım ve kapıdan aldığım iki zaman diliminde de ortalık kıyamet,  onun dışında sütliman. Sanki birileri benim sabrımı sınamak istercesine üç dört saat arayla trafiği alt üst ediyor.
Güne hiç sakin başlamadım. Geceden beri devam eden nevraljik baş ağrım azalacağı yerde giderek artmakta.  Yol boyunca önüme atlayan, arkamdan sıkıştıran arabalara kibarca küfredip durdum. Babamın bu agresif hallerimden kendine bir pay çıkarıp üzülmesini  hiç istemiyorum ama  dilim ipini koparmış deli dana misali sürekli sağa sola laf yetiştiriyor.  Hastanenin çok uzakta olmasından, sabah sabah  içine düştüğümüz  köprü trafiğinden , daha yakın bir hastane bulamamış olmalarından, sürekli hastalık bahanesiyle kendilerini  kurcalatıp durmalarından şikayet edip duruyorum. Dura kalka ilerlediğimiz yol boyunca kendime sakin olmayı telkin çabalarım boşa gidiyor. Hastane önüne geldiğimizde babamları bırakıp çekip gitmek niyetim, en azından bir kahve içimi sürede kendi başıma kalmak. Onlara kolaylık olsun diye gidebildiğim kadar ileriye gittim  ve hastane kapısının hemen önünde babamları indirmeyi başardım. Tam dönüş yapıp geldiğim istikamette yol alırken  trafik sıkıştı. Karşı yönden ardı arkası kesilmeyen bir araba akınının ortasında kaldım. Hastane önündeki küçük alanda bir ileri bir geri hareket edip duruyorum. Tam burnumu çıkarıp ilerleyecekken bir araba daha görünüyor uzaktan, hooop geriye. Fırsatını bulup yakaladığım ilk boşlukta canhıraş yola koyulmuştum ki otuz metre ilerde bana doğru gelmekte olan arabayı farkettim. Bu sefer kararlıydım, asla geri gitmeyecektim. Hem arkamda da araba vardı üstelik, istesemde gidemezdim.  Emniyetin kapısında nöbet tutan  yüzü kar maskeli, gözlerinden genç olduğunu anladığım bir polis bana  geri git gibilerinden işaret yaptı. Gitmem diyerek terslendim. Bu sefer elindeki silahın kabzasına daha bir sıkı yapışarak tehdit eder bir tonla tekrar geri gitmemi söyledi. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gözüm bir şey görmez oldu. Çılgın gibi bağırmaya başladım. Bilinçaltımda bir yerlerde küçük bir fren mekanizması  çalışıyor, isteksizce ayağımı bir basıp bir kaldırıyordum pedala, ama benim onu dinleyecek halim yoktu. O an ne olursa olsun asla geriye gitmeyecektim. Polis memuru hiç beklemediği tepkim karşısında şaşaladı, neredeyse nutku tutuldu adamın. Öylece bakakaldı suratıma. Bizim çekişmemizden bir netice çıkmayacağını anlayan karşı arabanın şöförü de indi, koşar adımlarla yanıma geldi. Ben direksiyonda camımı sonuna kadar indirip, hiddetli suratımla kafa tutar biçimde  oturuyordum.  Tipinden çok da haz etmediğim, ama asla ve kat’a tırsmadığım kara sakallı, bıçkın görünümlü gençten  bir adam kontak anantarını tuttuğu elini yumruk yapmış bana doğru savuruyordu. Korkmadım hiç, niye diye sorsanız cevabı yok. Vurabilirdi de bana, zaten benim çılgınca ses tonumdan uyuşup kalmış polis bir ona bir bana bakmaktan başka bir şey yapmıyordu, adamın tüm ezberlerini bozmuştum herhalde.  Ne kadar o vaziyette kaldık hatırlamıyorum, o bana ben ona ağza alınmayacak laflarla hakaretler yağdırıyorduk. Geri gitmek istesem bile gidemeyeceğimi  bağırıp duruyordum arkamdaki arabayı göstererek. Kafamı çevirip baktığımda arkamın bomboş olduğunu gördüm. Adam beklemekten sıkılıp çekip gitmişti herhalde. Küçük bir an mahçup oldum, belki yüzüm de hafifçe kızarmıştı kimbilir. Söylene, söylene çıktığım boşluğa geri girip,  karşımdaki araca yol verdim. Camımı kapatmak üzereyken yüzüme çemkiren şöförün –beynin varsa geri gider yol verirsin dediğini duymuştum. Birbirimize neler dememiştik ki…  Ama bu laf içlerinden  en ağır olanı gibi geldi bana. O keşmekeşten bir an önce uzaklaşıp kendimi vatan caddesinin yan yoluna attığımda acilen müsait bir yerde durup sigara yakmak için tutuşuyordum. Kenara çektim, sigaramdan derin bir nefes alıp üfledim, içimde müthiş bir ağlama fırtınası kopuyordu ama ağlamadım. Sadece sigarayı henüz bırakmamış olduğum için şükrettim o kadar.
Arabayı parkedip hastaneye babamın yanına döndüğümde artık süngüm düşmüş,  süt dökmüş kedi kadar uysaldım. Başım hala ağrıyordu. Babamlar halime acıyıp beni bir doktora gösterdiler. Kendimi oraya kadar bile sürükleyip götürmek meseleydi benim için. Kulak mememde görünen lezyona zona teşhisi konmuş, baş ağrımın sebebi bulunmuştu. Zonayı önceden biliyordum, herkeste bilir ama sanırım kimse kulak memesinde çıktığını duymamıştır. Benim ayrıcalıklı, cins biri olduğum ne zamandır kafamı meşgul edip duruyordu zaten, az önce yaşanan kavgada beyinsiz olduğum da tescil edilmiş oldu. Beynimin eskisi gibi aktif, işlevsel olmamasından şikayet edip durmuyor muydum daha üç gün önce. Durum ortadaydı, sırtımı kamburlaştırıp, omuzlarımı içeri göçerttim iyice, bir an önce görünmez olmak istiyordum çünkü.
Bu kadar kötü hissetmeme rağmen giderken olduğumdan çok daha sakin bir şekilde dönmeyi ve babamları kırıp dökmeden evlerine bırakmayı başardım. Evime gitmek, yatağıma girmek için sabırsızlanıyordum.  Yorganı üzerime çekecek ve orada öylece saatlerce kalacaktım. Yaptım da….
“Premenstruel sendrom” demek çok havalı geldiğinden, izninizle bu ifadeyi kullanmak istiyorum günün ilk yarısındaki deliliklerim için. Peki benim nedenim vardı da, diğerlerinin yani olaya karışan erkeklerin nedeni neydi???
Onların sesini koro halinde duyar gibiyim; SENDEN ÖTÜRÜ !!!
Benden de  onlara nanik; YEMEZLEEEERRRR!!!!

28 Kasım 2011 Pazartesi

bekleme koridorları



Hastaneler  kötüdür. En şık, en donanımlı olanı bile moral bozar. Ben genellikle uzak durmaya çalışırım oralardan, ama istemesem de yolum düşer  arada sırada.
Bugün babam için gittik. Şuna kanaat getirdim ki, yaşlı insanlar benden çok daha fazla huzur buluyorlar hastanede, evlerinde olduklarından daha güvende hissettiklerinden olsa gerek.
Babam geçen haftadan beri neredeyse hergün gidip geliyor buraya. Yol uzak, çabuk yorulup, zor yürüyor olmasına rağmen, herseferinde umutla gelip  onca tahlili yaptırıyor, tepeden tırnağa vücudunu taramaya yarayan alet edavatın içine giriyor, kendisini daha önce görmemiş ne kadar doktor varsa herbirine dertlerini sayıp döküyor hiç usanmadan.  Bunu en geç iki sene de bir tekrarlıyor üstelik. Sadece bir umutla; doktorlar , onun ellili yaşlarında olduğu gibi sağlıklı, çevik bir şekilde yürümesini sağlasınlar diye. Yetmişlerinin başına bile dönmeye  razı laf aramızda. Son on yıl içinde kireçlenmeye, bel fıtığına bağlı olarak  dizlerinde hızla ilerleyen dermansızlık nedeniyle yürüyememek,  babam için katlanılması  ne zor bir durum… Ortada değiştirilebilir bir bulgu da yok. Sonuç aynı, yaşa bağlı eskime ve onun geri döndürülemez neticelerini geçici de olsa ortadan kaldırabilcek en ufak umut kırıntısına bile razı babam. Doktorlar sorumsuzca mı diyeyim, yoksa böylesi hasta için daha mı iyi karar veremedim ; beyhude çabalar için sürüklüyorlar babamı hastanelere . Bütün sıkıcı, acı verici sürecin sonunda da, önlerindeki kağıtlara bakıp ,kafalarını bir oraya bir buraya sallayarak vaziyeti bir kez daha özetleyiveriyorlar yüzüne, ama cümlenin sonuna yeni çıkan ilaçları deneme ihtimalini de ekleyerek tabi. Bu süreç onu yorsa da, beklentimin aksine, ümitsizliğe düşmekten öte bir iyilik yaratıyor babamın üzerinde. Kısa süreliğine de olsa yeni umut ışığına tutunuyor sımsıkı. Azıcık bir düzelme görse kendinde, bütün sıkıntıları unutmaya hazır. Bu nasıl bir yaşama azmi allahım ? Hayranım...  Her gelişin ardından ,ona ayrılan zamandan , gösterilen ilgiden mutlu, umutlu ayrılıyor hastaneden. Bense ruhen ve bedenen çökmüş olarak giriyorum babamın koluna. Geleceğimi görür gibiyim. Kastettiğim gelecek çok uzak değil, bu andan sonraki herhangi bir andan bahsediyorum. Bundan hoşlanmasam da, böyle düşünmeme sebep oluyor hastane koridorlarında bekleşen insanlar. Öyle genç ve öyle hasta görünümlü insanlara rastlıyorum ki oralarda.
Beklediğiniz koridor, size o koridorda bekleşen diğer insanların hastalıkları konusunda ipucu verebiliyor, bunun için doktor olmaya gerek yok.  Tomografi merkezinin önüne genç, zayıflıktan kuş kadar kalmış bir kadını getiriyor iriyarı bir adam önündeki tekerlekli sandalyeyi iterek. Kadın adama hiç bakmıyor,ne bir tebessüm, ne bir tanışlık var aralarında, hastabakıcı olmadığı belli, sivil giyimli sağlıklı görünümlü adamın , kadının kocası olabileceğini tahmin ediyorum. İnsan karısı ya da kocası da olsa eğer gelgeç değil önemli bir hastalıkla uğraşıyorsa bedeni,  yalnızlaşıyor bir anda.  Yüzü düşüyor, bakışları önünde beklediği kapının açılıp kapanmasına kilitlenerek orada öylece  beti benzi solmuş bir şekilde duruyor. O bekleyişte arkasında ayakta dikilen adama hiçbir pas yok, tebessüm yok, tamamen kendi derdinde, hem bunlar senin suçun der gibi bir duruş içinde. Adam hiçbir dahli olmadığını bilse de kendisi sağlıklı olduğu için utanır gibi kaçırıyor gözlerini kadından. Oraya buraya bakıyor boş boş, duvardaki yazılara ve resimlere takılıyor gözü. Uzun uzun okuyor, bir şeyle meşgul olma çabasında. Sonra bekleşen diğerlerine gidiyor gözleri. Belki onları kendi karısıyla karşılaştırıyor. Allah kahretsin diyor içinden, en genci benimkisi…Şurada ,üstü başı dağınık, uzun etekli, takoz terlikli, şalvarımsı pijamalı,   yüzü gözü kırışıklık içinde, hem de hayli çirkince, ikibüklüm olmuş oturan yaşlı kadın değil de niye benim gencecik, güzeller güzeli karım? diye düşünüyor.
Hastalıktan olsa gerek, hayli zayıf görünen karısı , belli  ki yatağından kaldırıldığı gibi sandalyeye konup buraya getirilmiş. Kafasının arkasındaki saçlar tepesine yapışmış sürekli yatmaktan. Sağlıklı günlerinde olsa asla taramadan insan içine  çıkmayacağı saçları kısa kesilmiş, kızıla çalar renkte. Üzerinde yeni giydirildiği besbelli , bebek pembesi bir pijama, ayaklarında dizkapağına kadar çekilmiş bembeyaz çoraplar… Ayağına geçirilmiş temiz bir terlikle neticelenen bacakları zayıflıktan küçük kız bacağı gibi sandalyenin ayak basma yerlerinde sağa sola devriliyor sürekli. Hala kendini salmamaya gayret  gösterebildiği  vücudundaki  tek yer, dimdik duran başı. Kasları ve kemikleri zayıflıktan belirginleşmiş ip gibi incelmiş boynunun üzerinde , ciddi, metanetli görünmeye çalışan, kimseyle gözgöze gelmeyen bir kadın kafası dikiliyor yukarı doğru. Neye ya da kimeyse, kafa tutar gibi. Bu işin bir an önce bitmesini ister gibi… Belki de kendi üzerinde toplanan acıma dolu bakışlardan kurtulup, nicedir küstüğü dış dünyaya  kapısını kapatarak yatağına uzanacak. Ama farkında değil bu koridorda herkes birbirine sadece bir anlık süre için, o da sırada benim önümde mi, arkamda mı diye öğrenmek için bakıyor, kimsenin kimseye acıyacak hali yok burada.
Onu izlerken  bu bakışta bir tanıdıklık hissediyorum. Daha önce bu kadını nerede gördüm  ben? Düşünüyorum, düşünüyorum…Annem geliyor aklıma birden. O an kadının anneme ne kadar da benzediğini farkediyorum. Benzerlik fiziki olmaktan öte, tamamen duruşta.  Benzer koridorlardan birinde ben annemi böyle sandalye üzerinde, dünyaya kendini kapamış , ızdırabına dönmüş beklerken gördüğümün üzerinden kaç yıl geçti? Çok, çok fazla. Annem de bu kadın kadar genç miydi? Çok gencti elbet. Onun bu bakışını yakaladığımda şimdiki gibi gündüz değil geceydi üstelik. Ya da gündüzdü de, röntgen çekim merkezi yerin üç kat altında olduğu için gece ile gündüz ayırt edilemediğinden, ben kafamda o anı geceye yakıştırmıştım? Annemle kısacık bir an gözgöze geldiğimizde ne bir soru vardı gözlerinde, ne de bir cevap veriyordu bakışlarımla ilettiğim soruya. Tek gördüğüm ne kadar yalnız olduğuydu ve içimi en çok acıtan, bu durumdan ne kadar da  haberdar olduğuydu.
O kısacık benzerlik anını yakaladığımda  üç gerçek bir kez daha dank etti beynime;
-Bu sandalye de ben de bir gün oturuyor olabilirim.
-Bu koridorlarda aynı hastalığa sahip olanlar tipleri ne kadar farklı olurlarsa olsunlar gördüğümüz duruşlarıyla birbirlerine benzerler.
-En yalnız olduğumuz anların ilkidir bu koridorlarda tekerlekli sandalyeye oturduğumuz anlar.
Ha, bir şey daha var;
-YAŞILIK KÖTÜ, ÇOK KÖTÜ BİR ŞEYDİR !!!!

2 Mart 2011 Çarşamba

blogumun kapanması hakkında




Geçenlerde bir arkadaşım sitende bir problem mi var, giremiyorum demişti. Ben de saf saf , -bir şey yok hatta aslanlar gibi facebook'tan da yayın yapıyorum diye cevaplamıştım onu. Esas yanıt bugün geldi, meğer kapatılmanın ayak sesleriymiş bunlar.

Daha idrak edebilmiş değilim bu olayı, o yüzden beş dakika arayla adresimi tıklayıp girip giremediğimi kontrol ediyorum, bu arada takip ettiğim diğer bloglar içinde geçerli bu yoklamam. Ne zamanki ekranda siyah band üzerinde "mahkeme kararıyla kapalıdır" yazısını göreceğim o zaman inanacağım galiba işin ciddiyetine. Bu siyah band meselesini de ben uydurdum, bildiğimden değil, daha önce hiç bloğum kapatılmadı ki.

En son parti kapatma kavramında kalmışım ben ve onların ne hissettiğini şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Gece yarısı benim gibi hummalı bir çalışmaya girip, seslerini son kez duyurma telaşına kapılmışlar mıdır acaba? Partiler bizim gibi bireysel değilller elbet, onların kapanışları daha debdebeli oluyordur herhalde, en azından büyük puntolarla gazetelerin ilk sayfalarına haber olarak kondukları kesin. Acaba biz naçizane blogerlerın başına gelen bu olay, yarın haber olur mu gazetelerde? Baş manşet olmasını beklemiyorum da, şöyle küçücük bir haber... Blogu ben ve benim gibi amaçlarla kullanan insanların ne düşündükleri umursanır mı bilmem...

Bu bloğu oluşturduğum ilk günleri yazmıştım, okuyanlar bilir, ne kadar heyecanlı olduğumu. Şimdi de nahoş bir duygu kapladı içimi bu son olayla beraber. Biliyorum ki son zamanlarda ülkemde iki şey oluyor;

Birincisi, birileri bazı imkanları farklı amaçlarla kullanıp suyu bulandırıyor ve onlar cezalandırılacakken, imkanlar tüm kullanıcıların elinden külliyen alınıyor.
İkincisi ise, türk'ün engin zekası ile "çıkmadık candan ümit kesilmez misali" başka bir çıkış yolu bulunarak daha kısıtlı imkanlara razı olmaya zorlanıyor insanlar istemeden.

Her ikisi de  nahoş duygulara kapılmama sebep...

Sapla samanın ayrılabildiği, kurunun yanında yaşın yanmadığı, kararların sebep ve sonuçlarının iyi düşünülerek adilce alındığı bir ülkede güvenli, huzurlu, kural delici yeni yol ve yöntemler aramakla değil, gerçekten istediğini yapmakla vakit geçiren bir insan olarak yaşamak istiyorum ben ve sanırım herkes istiyor bunu.

Bu yazıyı kapanma telaşı içinde yazdım. Burada yayınlayıp, becerebilirsem sizlerle paylaşacağım. İmla hatalarım ve cümle düşüklüklerim için affola... Malum  perde üzerime kapanıyor, acelem var!!

27 Şubat 2011 Pazar

bir yer var biliyorum





boyumdan büyük hayallerim var benim.
biliyorum bir yer var bu yıkık dökük viranenin ortasında,
bir yer var biliyorum
gökyüzünü rahatça görebileceğim.




 

23 Şubat 2011 Çarşamba

aşk korkunç olamamaktır




Aşk güzel bakmaktır, tatlı bir tebessümdür dünyaya,
taze bir güzellik, uysal bir kabulleniştir çevresinde olan biteni,
aşk güzelliğe övgüdür, emsalsiz olmaktır,
üşümemektir aşk, yüreği yüklü olmaktır,
akıp giden zamana kafa tutmaktır,
aşk gençliktir



ve ne kadar uğraşsanda
korkunç olamamaktır aşk.


17 Şubat 2011 Perşembe

tesadüfler


Blogumu uzun bir süre öksüz bıraktığımın farkındayım. Öykü yazma derdine düştüğümden; yoksa ihmal filan yok yanlış anlaşılmasın. Öyküyü her yerde aradım; sokakta yürürken, yolda kulağıma çalınan konuşmalardan, insanlarla sohbet esnasında hatta gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde… Bulamadım, belki de buldum burun kıvırdım.  Kısa bir süreliğine pes ettim ben de. Başkalarının yazdığı öyküleri okudum o sırada, filmler izledim. Bazılarının kurgusuna hayran kaldım, bunu daha önce niye ben düşünmedim diyerek hayıflandım. Bu da benim kısaca yazamama öyküm. Neyse benim anlatmak istediğim hikaye başka aslında.
Bugün "Aşk tesadüfleri sever" filmini izlemeye karar verdim. Vakit erken olduğu için önce bir şeyler atıştırıp ardından  mağazaları gezmek niyetindeydim. Canım çıtır, çıtır taze simit yanında kaşar peyniriyle demli bir çay çekti.  Nautilus’ta denemeyenler bilmez, son yıllarda yediğim en lezzetli simidi  Carefour'da yapıyorlar, hem de sokak simidi tadında ve her daim sıcak. Simidin yanına ince bir dilim Trakya kaşarı kestirdim çekine, çekine.  Meğer tıpkı köşe başındaki bakkal gibi büyük marketlerde de gramajın önemi yokmuş. Nevalemi alıp, meyve reyonunun tam karşısındaki küçük mekâna gidip geleni geçeni rahatça izleyebileceğim bir masaya yerleştim. Alışverişini tamamlayıp ağzına kadar dolu sepetleriyle soluklanmak için buraya uğrayıp çay içenler, karınlarını doyuranlar, benim gibi simidin tadını keşfetmiş olanlara sırtımı dönüm, sıcak çayımı yudumlayıp simide kaşarı katık ederek önümden gelip geçeni izlemeye koyuldum. Nazım’ın dediği gibi; memleketimden insan manzaraları yerine marketimden insan manzaralarını seyrediyordum oturduğum yerden. Bir ara gözüm yanı başımdaki Krispy Kreme tezgahına takıldı,  tezgahın üzerine  tadımlık olarak sunulmuş  donutlar dizilmişti. Önümden geçen orta yaşlı bir kadın kararsız adımlarla tezgaha yanaştı ve ikrama yakından baktı. Tezgâhtaki genç, - alın bir tane, tadına bakın diye cesaretlendirince kürdana takılı küçük bir parçayı ağzına attı. Yüzündeki ifadeyi dikkatle izliyordum. Beğenmeyeceğini daha en başından anlamış gibiydim. Gözlemeye, mantıya, ev yapımı puaçaya, kek’e, mis gibi su böreğine, baklavaya, kadayıfa alışkın beden tanıştığı ne idüğü bellirsiz  bu yeni tadı yiyecek hafızasında uygun bir yere yerleştirmeye çalışıyordu besbelli.  Sevgililer gününe özel çıkarıldığı her halinden belli kalp şeklinde, üzeri kırmızı şekerle süslenmiş donutlardan bir tane de ben denedim. Ağzımın içindeki lokma, tadıyla birlikte yok olup gitti bir anda. Simide ihanet etmişim gibi geldi bana, hemen bir parça koparıp ağzıma atarak onun gönlünü hoş ettim. Tezgâhtaki gencin gülümseyen yüzünden aldığım cesaretle, biraz da sohbet etmek isteyerek - sen bunun tadını seviyor musun? diye sordum çekine, çekine.  Sevmiyorum, hamuru bir garip geliyor bana diye cevapladı. Rahatladım. Elimdeki simidi göstererek bunun yerini hiçbir şey tutmaz değil mi diye küçük bir parçada ben ikram ettim, geri çevirdi kibarca. Doğru ya; elindeki simitle donut tezgahında satış yapmak pek de hoş kaçmazdı herhalde.
Aramızdaki sohbet, gençlerin bizim zamanımızdaki lezzetlere yabancılaşmış olmasından açıldı, giderek şimdiki devir ile bizim devrin karşılaştırmasına döndü. Sanki aynı devrin çocuklarıydık ikimiz de,  oysa o taş çatlasa otuzlarında görünüyordu. Çok sayılmazdı canım aramızdaki kuşak farkı, bunu bana hissettirmeyen konuşmalarından dolayı çocuktan hoşlanmıştım. Laf nereden geldi hatırlamıyorum, evli misin? diye sordum özelleşmedeki cesaretime şaşarak.
-Değilim ve sanırım evlenmeyeceğim.
-Neden ki?
-Yaşadıklarımdan sonra, buna cesaret edebileceğimi sanmıyorum.
-Ne yaşamış olabilirsin ki böyle düşündürecek, geçmişe takılma geleceğe bak gibi beylik laflarla konuyu geçiştirmeye çalıştım. Sohbetin geldiği noktadan hoşlanmamıştım, ancak tedirgin olmamı gerektirecek bir şey de yoktu ortada.
 -Ben iki kez nişanlandım ve ikisi de trafik kazasında öldü.
İşte bunu hiç beklemiyordum. Gözlerim gelip geçenlerin üzerinde takılı kaldı. Çocuğun söylediklerinin gerçek olup olamayacağını kafamda evirip çeviriyordum sürekli.
-Büyük talihsizlik, çok üzüldüm gerçekten, çok genç insanlar, yazık gibi bir şeyler söyledim.
-İlkine ben de çok üzüldüm, hala unutamam, onu çok seviyordum daha on sekiz yaşındaydı. İkincisi ailemin zoruyla oldu. Allah var ben onu hiç istemedim ama yine de çok üzüldüm öldüğüne. İkisi de babalarıyla birlikteyken oldu, ben yoktum yanlarında.
-Beni işletmiyorsun değil mi? diye sordum kendimi garantiye almak istercesine. Bu kadar talihsizliğin aynı adamın başına gelmesi bence  biraz abartılıydı. Hayal gücü benden çok zengin, ayaküstü hikaye yazmada benden çok usta bir genç olabilirdi karşımdaki.
-Yok, niye yalan söyleyeyim ki, isterseniz ispatı var, yaşadım ben bunları ve o insanlara bir şekilde uğursuz geldiğime inanıyorum. Yani bunca olaydan sonra yeni biriyle tanışmak zor, ya onun da başına bir şey gelirse?
Aklımdan daha önce böyle üst üste talihsizlikleri yaşadıklarını duyduğum insanlar geçti, onları örnek vermek istedim ama bu saçmaydı tabi. Başkalarının felaketiyle avunabilir miydi insan?
-Gerçekten talihsizlik, ama sen takılma bunlara, belki de ciddi bir sınavdan geçtin ve mezun oldun. Belki de tüm yaşadıklarını sana unutturacak biri karşına çıkacak ve sen hiçbir olumsuzluk düşünmeden onu seveceksin, olamaz mı?
-Bilmem, olabilir mi?
-Senin için çok iyi şeyler olmasını yürekten diliyorum, ciddiyim gerçekten diyerek kalkmak için hareketlendim. Bir çay daha içseydiniz diyerek gülümsedi. Sinema saatim geldi diyerek oradan ayrıldım.
Filmi hıçkırıklarımızı tutarak, gözlerimizden sular seller gibi yaşlar akıtarak izledikten sonra bir anda o soru geldi aklıma. Bu kadar tesadüf olabilir mi?  Sonra tezgâhtar çocuğu düşündüm -neden olmasın?
Okuduğum bir kitaptan alıntı: gerçek ile kurgu arasındaki tek fark, kurgunun anlamlı olma zorunluluğudur.
Bence ne kadar doğru… Hayatta, kurguyu aratmayacak o kadar çok öykü var ki bizim inanmaya hazır olup  yaşamayı kabul ettiğimiz…

3 Ocak 2011 Pazartesi

şapkalar

Her birimiz çeşit, çeşit insanız. Özgür iradelerimiz şapkaların altında. Onları çıkardığımızda, yok aslında birbirimizden farkımız ....