4 Aralık 2011 Pazar

ben sende tutuklu kaldım


“Yalnızca gidişi  olan tek bir yol var sanıyordu kadın, öyle upuzun, dümdüz uzanan önünde…
Ayaklarına takılsa bile düşürmezdi onu hiçbir taş. Vazgeçmezdi, gözleri kapalı ilerlerdi ezbere bildiği yoldan. Geriye dönüp bakmasaydı, anlamayacaktı yürüdüğü yolun sapaklarla dolu olduğunu ve bilmeyecekti bu yolun başka bir yol olduğunu.”

-Tekrar dinlemek istiyorum, parçayı başa alır mısın lütfen. Camındaki buğuyu elinin tersiyle sıyırıp dışarı baktı Nida. Eve daha çok vardı. Bu iyi diye düşündü, kafası böyle allak bullakken eve gitmek istemiyordu. Yüzüne bakar bakmaz bugün bir şeyler olduğunu anlardı Murat. İfadesindeki değişikliklerin ne anlama geldiğini bilecek kadar uzun zamandır tanıyordu Nida’yı.
O sene kış erken gelmişti İstanbul’a. Havada kar kokusu vardı. Nida eli kolu paketlerle dolu dışarı çıktığında soğuktan içi ürperdi. Kapıda onu bekleyen arabaya kendini dar attı. Saat tam 10’da orada olması gerekiyordu. Her ne kadar koşullar esnetilmiş olsa da, bu ziyaretin bazı kuralları vardı. Önceden izin almak kaydıyla, belli saatlerde görüşme yapılabilirdi onunla. Bu görüşmeyi uzun zamandır bekliyordu Nida. Bir kaç kez, eşiyle birlikte ziyaret etmek istediğini bildirir notlar göndermişti Samet beye. Hepsinden de olumsuz yanıt almıştı. Belli kişileri kabul etmişti; yalnızca karısı, kardeşleri, avukatları ve sekreteri. Kocasının bu gerekli insanlar listesinde yer almadığını tekrar, tekrar hatırlatması canını sıkmıştı. Murat en acıtıcı sözleri, en olmaz zamanlarda söylemeyi nasıl da becerebiliyordu? Sırf nispet olsun diye haberi alır almaz kocasını arayıp, sesine üzgün bir hava vererek -yeni görev dağılımı içinmiş canım, seni kabul edemiyor demişti. İsterse o da acımasız olabilirdi. Diğer yandan geç de olsa ona yakın insanlar saffında yer almak gururunu okşamıştı. İşler sarpa sardığında, bir şeyleri bahane ederek bırakıp gidenlerden olmamıştı hiçbir zaman. Ve işte şimdi görev onu çağırıyordu. Tüm Pazar gününü bu görüşmeyi ve orada konuşacaklarını düşünerek geçirmiş, oyalanmak için de mutfakta pasta, börek yapmakla uğraşmıştı. Pişirdiklerinin bir kısmını itina ile evdeki en şık kaplara yerleştirmişti sonra. Koşullarını görmese bile; yaşamaktan büyük keyif alan, canlı/cansız güzel olan her şeye tutku düzeyinde bağlanan bir adam için şu an bulunduğu ortamın çıldırtıcı olacağını tahmin edebiliyordu. Kendi elleriyle yaptığı yiyecekler ve eğer varsa yanında içilecek demli bir çay onu mutlu ederdi belki. Bütün bunları düşünürken, güvenlik görevlilerin görsel bir şölen kıvamında sergilemeyi planladığı eserlerini kontrol maksadıyla delik deşik edeceklerini bilemezdi Nida.
Şehrin dışında, yağmur nedeniyle çamura dönüşmüş toprak bir yolun sonundaydı hapishane. Büyük sürgülü demir kapının üzerinde koskocaman harflerle Ceza İnfaz Kurumu yazıyordu. Kapıdaki nöbetçi, arabanın geçişine izin verip bozuk asfalt zeminli avluda bir süre bekletti onları. Yanlarına gelen başka biri güvenlikten geçmek için acele etmelerini söyledi. Buraya ziyarete gelmiş siviller de, içerideki tutuklu yakınlarıyla aynı muameleye tabi tutuluyorlardı. Mahkûmun kollandığı ölçüde, ziyaretçisin de kollanacağı, yazılı olmayan ancak racon gereği hemen her yerde geçerli olan bir kuraldı nedense.
Başına tuttuğu pardösüsüyle yağmurdan korunmaya çalışarak arabadan indi. Kurşuni gökyüzü altında eski taş bina, yüzleri asık adamlar, kapıda nöbetleşe bekletilen siyah takım elbiseli korumaların yanında, zayıf bedenini ısıtmaktan aciz, mevsime göre ince kalan giysileriyle ve yüksek topuklu çizmeleriyle çok tezat bir görüntü oluşturuyordu Nida. Koşar adımlarla binanın içine girdiyse de giysileri bir hayli ıslanmıştı. İçersi, dışarısı kadar soğuktu. Ellerindeki evraklarla sağından, solundan geçen insanlar, işlerini yapar görünürken göz ucuyla onu süzüyorlardı bir yandan. Her halinden buraya ait olmadığı belliydi. Hayat garipti, Samet beyi de burada düşünemiyordu ama buradaydı işte. Kimliğini aldılar, ana adı, baba adı, ziyaret sebebi gibi iç bunaltıcı bir sürü soruların cevaplandığı sarı kâğıtlar kaşelendi, imzalandı. Ardından üst baş aramasının yapılacağı odanın kapısını gösterdiler ona. Mavi giysili, kara saçlı, karakaşlı kadın görevli fazla titizlenmeden, giysilerinin üzerinden elleriyle dokunarak muayenesini tamamladı. Kadın da olsa, yabancı biri tarafından ellenmekten huzursuz olmuştu. Buraya gelmeden sade, kolay giyilip çıkarılan bir elbise giymesi konusunda uyarılmıştı. Bazılarının elbiselerini çıkarttırıp sutyen ve donla bırakıldığını, hatta eğer kuşkulanırlarsa tamamen çırılçıplak soyup vajina muayenesi yaptıklarını duyduğunda, kendi başına da böyle şeylerin gelebileceğini düşünüp çok korkmuştu. Elbisesini düzeltip, çizmelerini ayağına geçirdikten sonra rahatlamış olarak dışarı çıktı. Kendisine eşlik eden görevli memurun peşinde uzun koridorları, iki kat merdiveni, bir kaç parmaklıklı kapıyı aştıktan sonra görevi devralan başka bir memurun gürültüyle açtığı son kapıdan Samet beyin bulunduğu koridora girdi. Kapıdaki memur o içeri girer girmez arkasından, sanki azılı suçlular kaçacakmış gibi gürültüyle sürgüyü çekip, kilidi takarak koridorun dışında onları rahatça görebileceği bir yere mevzilendi. Koğuşlar, bulunduğu koridorun ucunda olmalıydı ama durduğu yerden göremiyordu. Güvenlik nedeniyle bu alandaki tüm koğuşların boşaltılıp, içlerinden birine Samet beyin yerleştirildiğinden haberi vardı. Haksız da sayılmazlardı. Az patırtı kopmamıştı Samet beyin ardından. Günlerce, haftalarca basın bu haberi vermişti ilk sayfadan. Tüm dengeler değişmişti ülkede, onun anlattıklarıyla. İçeri alınıp susması sağlanmıştı sonra. Onun dışında herkes dışarıdaydı oysa.
Eski mahkûmlardan kuru, kavruk bir adamı yemek yapsın, çay demlesin, getir götür işlerine baksın diye bırakmışlardı yanına. Koca alan sadece iki kalorifer peteğiyle ısıtılıyordu görünürde, onlar da soğuktu. Yer, yer nemden boyası kabarıp kahverengiye dönüşmüş duvarda, insan boyunun uzanabileceğinden çok yüksek mesafede boylu boyunca pencereler sıralanmıştı. Hepsi de kapalı olmasına rağmen, bir kaçının kırık camından içeriye buz gibi soğuk bir rüzgâr esiyordu içeriye. Bu kadar ince giyinerek hata etmişti. Ne bekliyordu ki, gümbür, gümbür yanan bir sobanın başında oturmayı mı? Ancak içine girdiğinde anlayabiliyordu insan, kendininkinden çok farklı yaşamlar olduğunu. Gerçekliğine ise ancak o yaşamın içinde kaldığında varabiliyordu. Nida, Samet beyin kısa bir süre önce geride bırakmak zorunda kaldığı görkemli yaşantısını düşününce onun için bu durumun ne kadar zor olduğunu iyice anlamıştı.
Düşüncelere dalıp gitmişti ki, on beş yirmi adım ötesinde durup ona bakan Samet beyi fark etti. Bakışlarında çokça şefkat ve özlem, azıcık da mahcubiyet vardı. Nida bu kadar heyecanlanmayı beklemiyordu, kalbi sanki kulaklarında atıyordu, küt, küt, küt, küt… Zaman da, vücudunu taşıyan bacakları gibi iyiden iyiye ağırlaşmıştı sanki. Birbirlerinden gözlerini ayırmadan öylece bakıştılar. Nida’nın karşısında gördüğü, biraz zayıflamış, daha gençleşmiş, hala çekici ve çok karizmatik bir adamdı. Saçları kısa ve düzgün kesilmiş, yüzü traşlıydı. Ona doğru ağır adımlarla yaklaşarak kollarını uzattı ve kendine doğru çekerek kucakladı Nida’yı. Kolları omuzlarından aşağıya düşmüş bez bebek gibi, kendisini adamın kolları arasına bıraktı ve yüzünü kazağının yumuşak dokusuna gömerek üzerine sinmiş olan  parfüm kokusunu içine çekti. Kalbindeki çarpıntı geçmiş, sakinlemiş, bir tüy kadar hafiflemişti o an. İlk karşılaşmayı hiç böyle hayal etmemişti. Ne kendinde, ne de onda bu kadar yoğun bir özlemle karşılaşmayı beklemiyordu. Şaşkındı, mutluydu, kontrolsüzdü, zamansızdı ve mekânsızdı o anda. En son ne zaman böyle hissetmişti? Ne zaman dolu, dolu kucaklanmıştı? Adam yumuşacık bir tonda -üşümüşsün yavrucuğum diyerek, üzerinden çıkardığı kalın yün kabanını omuzlarına geçirdiğinde, kocaman kabanın içinde kayboldu Nida. Peş peşe gelen bu jestlerden iyice afallamış olarak, üzerine konan kâğıt, kalem ve dosyalardan çalışma masası olduğu anlaşılan ve ofisteki maun takımla uzaktan yakından alakası bulunmayan metal döküntünün etrafında duran kuru sandalyelerden birine çöktü. Bir gün önce tasarladığı cümlelerin hepsini unutmuştu, hiçbiri onun cümleleri değildi artık. Buradan çalışmadım hocam diyen acemi bir öğrenci gibiydi, ilk cümleyi kendisini sabırla izleyen adamdan bekleyerek, boş ve amaçsız kalan ellerini saklayacak bir yer bulmak istedi. Adam ellerini, ellerinin arasına alarak ısıtmaya çalıştı bir süre, elleri sımsıcaktı. Hep orada kalsınlar istedi Nida, utandıysa da ellerini çekmek hiç içinden gelmedi. Her teması yakın, içten ve bir o kadar da ölçülüydü adamın. Tedirgin olmadı, olamadı. Hep öylelermiş gibi geldi ona, birbirini hasretle bekleyen, kilit altında özlemlerini gidermeye çalışan iki insan. Koridorun dışında oturup onları izleyen memuru tamamıyla unutmuştu.
-Az önce içerde yaşadıklarım gerçek miydi? Beni özlemle kucaklaması, ellerimi tutuşu, gözlerimin içine bakarak söylediği o sözler… Bütün bunlar gerçekten oldu mu, yoksa rüyada mıyım? Dışarı çıktığı andan itibaren sürekli bunu düşünüyordu Nida. Sessizliği bozan ilk cümleyi adam kurmuştu. -Gelmenizi ben istemedim. Sen onun yanındayken, ben burada olmaya dayanamazdım derken ‘kocanın’ diyememişti. Ziyaret taleplerinin sürekli geri çevrilmesinin ardında böyle bir nedenin olabileceği aklının ucundan bile geçmemişti. Neden şimdi? Neden daha önce hiç bahsetmedi o zaman? Bu soruyla sürekli beyninin içini kemirip duruyordu kafasındaki küçük kurt. Şirketin yılbaşı balosundan dönerlerken yol boyunca kocasıyla arasında geçen konuşmayı hatırladı. -Erkekler böyle şeyleri anlar, bu adamın sana ilgisi var fark etmiyor musun? demişti Murat. Nida karşı çıkmış,  onu abartmakla suçlamıştı.  -Böyle bir şey nasıl olur, beni biliyor seni biliyor, bana değer veriyor sadece diyerek konuyu kapatmıştı. Murat haklı çıkmıştı işte. Demek ki kendisi de bütün bunları görmüş görmezden gelmiş, üstünü örtmüştü bu güne kadar. Bir yanı içten içe hoşlanmış, diğer yanı ise üç maymunu oynamıştı. Hem söze dökülen hiçbir şey yoktu ki. Ama şimdi durum farklıydı. İçindeki her şeyi elleri, sözleri, gözleriyle anlatmıştı Nida’ya. Onun gözlerinden kendine baktı. Bu adamın kafasında kurduğu kadın ben miyim? Ben kimim? Sıradanım. Deneyimsizim, kum deryasındaki tek bir kum tanesi gibiyim. Mümkün olabilir mi? Gerçekten olabilir mi? Ellerini, ellerinin arasına alıp, bu yaşadıklarının çok zor olduğunu söylerken gözünden süzülen yaşları görmüştü Nida. Silmeye bile yeltenmeden, öylece yanaklarından aşağı akmasına izin verdiği damlalar yol bulamayıp kazağının üzerine düşerken, Nida da onları izlemişti. Herkesin önünde ceketini ilikleyip saygıyla durduğu adam, küçücük bir kadının karşısında ağlamıştı. Buna hakkım yok, biliyorum, senden hiçbir şey isteyemem demişti. Bu duygunun onu şu gördüğü demir parmaklıklardan daha gerçek ve çıkışı mümkün olmayan bir hapis hayatına mahkûm ettiğini söylemişti. Bunları duyduğunda nutku tutulmuştu, ağzından tek bir kelime bile çıkmamıştı. Ama şimdi kafasının içindeki ses sürekli haykırıyordu. -O zaman niye söylüyorsun? Bile, bile beni neden yakıyorsun? Neden aklıma giriyorsun, neden, neden?
Bu konuşmanın, en başta önünü keserek yapılmasına izin vermeyebilirdi. Sadece dinlemiş ve sessiz kalmıştı. Sessiz kalmakta bir nevi kabul etmek anlamına gelmez miydi? Suçlusun! Diyerek gürledi içindeki koro hep bir ağızdan. Değilim, öyle güzel bakıyordu ki bana, bu kadar zayıf olabileceğimi tahmin edemezdim. Kocan peki, onu hiç düşündün mü? Diye üsteledi aynı ses. Onun yanındayken, önce ve sonra diye bir şey kalmamıştı ki aklına Murat gelsin. -Ben bir söz vermedim diye mırıldandı. Ama eğer, sadece beni düşündüğünü bilmek istiyorum deseydi; evet yalnızca seni düşünürüm, senin için yaşarım, senin için nefes alırım, göremediğin her şeyi senin için görür gelir sana anlatırım, soluğun olurum, gözün olurum, kulağın olurum, havan olurum, suyun olurum, istersen senin için ölürüm derdi. Her şeyiyle özgür bir kadın olarak çıktığı yoldan, yüreği tutuklu bir kadın olarak dönüyordu Nida.
“Ey aşk sen nelere kadirsin, hem fütursuz hem de kendini beğenmiş bir şeysin, haber vermeden gelirsin, hiç de nazik değilsin.”