8 Temmuz 2013 Pazartesi

Acıycakmı anne?



Acıyla henüz tanışmadığımız yıllarda, hepimizin böyle bir soruyu en az bir kere sormuşluğu vardır. Hiç iğne olmamış bir çocuk bile iğnenin ucunun sivriliğinden onun tenine değdiği an acıtacağını hisseder. Kaçınılmaz anlardan birinde, senden cüssece büyük biri; muhtemelen gözlüklü, beyaz elbiseli, ciddi suratlı; elindeki enjektörden havaya doğru bir iki damla sıvı fışkırtırken, sözüne en güvenilir bulduğuna sorarsın. Acıycak mı? O kişi en anlayışlı, en bilge haliyle seni rahatlatır. -Hayır, hiç acımayacak.  Çaresiz emanet ettiğin kolu serbest bırakıp, gözlerin korkuyla büyüyerek o sivri uçlu metalin tenine girmesini beklersin. Kalbin pır, pır eder. Acır, hem de pek fena acır. Kocaman bir ciyak kopar gırtlağından, iş biter, anlıktır acı geçer. Yerini esef alır, hayal kırıklığı bir de. Anneye bile güven olmazmış desene. Neyse ki çabuk unutulur bu tür travmalar. Canını acıtanlar bunun yararlı olduğunu söyleyerek avuturlar seni, hatta parlak kağıtları içinde göz alıcı şekerlerin durduğu bir kase uzatılır önüne. –Afferin benim çocuğuma, ne kadar da cesurmuşsun sen böyle...

Her acı böyle olmaz ama. Hayatta pek çok acı pusu kurmuş beklemektedir seni büyüme yollarında. Çoğunda soracak bir tek kişi bile bulamadan yanında , güm diye giriverirler yaşamına. 

Acıycak mı?Bu soruyu sorabilmenin lüksünü keşfettiğin yaşlara geldiğinde, acının ne kadar çok çeşidini görmüş olduğunu fark edersin şaşkınlıkla. Hatta kendini aptalca bir merakla bunları birbiriyle karşılaştırırken bulabilirsin de. Hangisi daha çok canımı yaktı? 

Benzer acıları yaşayanlar, yara izlerini birbirine göstererek yarışan çocuklar gibi, acılarını yarıştırırlar. Benzerlerini görmek aynı zamanda rahatlatır insanı. Annesini çok küçük yaşlarda kaybeden bir çocuk, ileriki yaşlarında annesini yeni kaybetmiş arkadaşına, – ben bu acıyı çok iyi bilirim diyerek rehberlik etmeye çalışır acıyla ilerlenen yolda. Eşekten düşenin halini, yalnızca eşekten düşenin anlayacağı gerçeğiyle onun acısının kabuk bağlamış yarasına sığınarak teselli bulmaya çalışırsın.

Aşk acısını yaşayanları fukara duygusal benliğimizle şanslı bulmamıza karşın, ölüm acısıyla yüzleşmeyi şanssızlık diye nitelendirdiğimiz çok olmuştur. Ölümden önceki ana müdahale edebileceğimiz aymazlığıyla, öyle olmasaydı, şöyle yapmasaydık diye hayıflanır dururuz çaresizliğimizin karşısında. Oysa yaşayan her canlının bir gün mutlaka ölümü tadacağı gerçeğinden hareketle, ölüm realitenin ta kendisidir. Kaçınılmazdır ve engellenemez. Önce hanımlar beyler, bu gerçekle yüzleşelim bir kere. 

Geldiğim şu noktada ölüm acısıyla baş etmek konusunda harika bir ilaç keşfettiğim intibası uyandırmış olabilirim zihinlerinizde. Ama bulmadım. Sizlerden biriyim ben de. Sadece bu acının kimyası üzerinde düşünüyorum o kadar.

Gerçek ölüm acısını ilk olarak annemde tattığımı düşünürüm hep. İlk gençlik yıllarımda gelecekle ilgili planlar yapabilirken hala, bu gerçekle hiç beklemediğim bir anda yüzleşmiştim. Acı da, acıydı hani. Tam bir buçuk sene soluğunu ensemde hissettirdi. Annemin öleceğini bildiğim andan itibaren; o sağlıklıymış gibi görünürken de, çok hastalanıp acı çektiğinde de aynı hızda devam etti. Çaresizlik pek fenaydı. Hiçbir şey yapamamak yüreğimi sıkıştırıyordu. Ruhen ve bedenen bitkindik annemin çevresinde olan bizler. Ve böyle bir yaz günü annem gitti. Bunu söylerken utanıyorum ama, rahatladım. Artık kaybedecek bir şeyim kalmamıştı çünkü. Olay soğuyup, normal yaşamıma döndüğümde ise kaybın yarattığı o büyük boşluk kalmıştı geriye. 

Ölüm öyle bir olgu ki, onun karşısında bir duygu halinden başka bir duygu haline savruluyorsun sürekli. Bunu, kendimden daha çok izleme fırsatı bulduğum yakın bir arkadaşımda gördüm. Yirmi bir yaşındaki kızını, çok acılı bir süreç sonucu kaybetmişti. Yanına ilk gittiğimde daha önce inançlı olduğunu bildiğim o kadın sıkı bir isyankâra dönüşmüştü. “Allah bu kadar acımasızsa ben onu tanımıyorum” a vardırmıştı işi. Sonraki buluşmamızda nihilizm ile ilgili yayınları takip ederken buldum kendisini. Bir sonrakinde ise sıkı bir cemaat üyesiydi. Söyleşilerde, dualarda arıyordu teselliyi. Bu boşlukla baş etmenin bir yolunu buldu mu diye soracak olursanız; bulamadı. Eksik ve kavruk bir insana dönüştü kızından sonra. Bulabilmiş olmasını onun için yürekten isterdim. Kızımın nikâhına yıllar sonra çekine, çekine davet ettiğimde, gözlerinde, sözlerinde ele verdi kendisini. –Ne mutlu sana sözü bana yetti. Ne diyebilirdim ki? Öyle anlarda hep alışılagelmiş –Darısı başına! , cümlesi boğazıma takıldı kaldı. 

Annemden sonra çokça ölüm gördüm. Hepsinde de davulun sesi uzaktan hoş gelir misali alışmış, unutmuş göründü insanlar gözüme. İçlerinde ne fırtınalar koptuğunu kim bilebilir? Şimdilerde kulağıma o tanıdık ayak sesleri yine geliyor. Sırtıma yorganı çekip, gözlerimi sıkı, sıkı kapasam geçip gider mi yanımdan?

Ben inançlı bir insanım. İçimden sürekli konuştuğum, ocağına gidip dert döktüğüm biri var. Sürekli ben konuşuyorum, o dinliyor. Bir süre sonra kendimi ondan bir şeyler isterken buluyorum. Yaşadıklarımdan, gördüklerimden sonra istediklerim şekil değiştirdi. Arsızca, sahip olduklarımı bana ver, onları benden alma demeyi bırakalı çok oldu. Sevdiğim, hoşlandığım her şeyi kendi mülkiyetimde tutabilirim. Ama fark ettim ki bu şeyler bir can taşıyorsa eğer bana ait değiller. Onlara yanımda oldukları sürece, sadece daha iyi bakabilir ve birlikte olmanın keyfini çıkarabilirim o kadar. 
Sahip olduğumu sandığım, ancak bana emanet bırakılan bu canların yanında gerçekten sahip olabildiğim eşyaların ne değeri olabilir ki? Onları daha elimde eskimeye fırsat vermeden, ihtiyacı olanlara dağıtma dürtümü ancak böyle açıklayabiliyorum.  Çoğu stokçu insandan farklı olarak ne kadar az şeye sahip olursam kaybetme korkum da o kadar azalır diye düşünüyorum özetle.

İşte benim acıyla baş etme yöntemim bu.