25 Kasım 2013 Pazartesi

kızlı , erkekli





-Hoşgeldiniz! Bizi seçtiğiniz için ne kadar mutlu olduğumuzu anlatamam. Burada çok rahat edeceğinizi umuyorum. Bu kadar yükü boşuna taşımışsınız. Tüm ihtiyaçlarınızı biz karşılayacağız. İsterseniz o valizi verin de sizin adınıza saklayalım. Mazallah, bir memnuniyetsizlik olur da, vaktinden önce ayrılırsanız bilin ki  emanetiniz bizde. Şimdi görevli arkadaş size odanızı göstersin de, yerleşip bir güzel dinlenin. Malum yarın yeni ve zorlu bir gün bekliyor sizi.

Sağlı sollu kapıların bulunduğu koridor boyunca , yanımdaki görevli eşliğinde ilerledim. İçerisi sandal ağacı kokuyordu, bayılırım bu kokuya. Özenle düşünülmüştü her şey. Duvarda ki şık yağlı boya tablolardan gözümü alamıyordum. Yürürken lastik pabuçlarımın , granit taş üzerinde çıkardığı gıcırtılı sesten çok utanmıştım. Öyle sessizdi ki ortalık; sanırım dinlenme vakitlerinde bunu korumaya özel önem gösteriyordu herkes.

Küçük el valizimi  bana taşıtmayıp, yanımda  uygun adım yürüyen üniformalı genç adam, koridorun sonunda bir kapının önünde durdu. Çıkışa bu kadar uzak olmasaydım iyiydi diye geçirdim içimden. Ah şu babamın benim için kaygıları yok mu, ah! İlla en iyisi, en güzeli, en rahatı olacak diye tutturdu. Hepsi aynı bana göre, kötüsü yok ki zaten.

Odadan içeriye adımımı attığım an, bir çığlık koptu. Koridor boyunca yankılandı ses. Boş bulunup yerimden zıpladım. Sonra da uçarcasına üzerime atlayıp boynuma sımsıkı sarıldı çığlığın sahibi. 

-Saatlerdir seni bekliyorum. Öyle heyecanlıyım ki. Korkuttuysam kusura bakma. Azıcık çılgınımdır da. E ne diye dikiliyorsun ayakta. Hadi otur şuraya da  bana kendinden bahset. Tanışmak için öyle sabırsızlanıyorum ki. 

Şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalışıp;-ben Buket...diyebildim.

Ne güzel değil mi? Eğer bundan 35 yıl önce ailemden ilk defa uzak kaldığım yurt hayatıma böyle bir başlangıç yapmış olsaydım, belki  bugün çok başka biri olabilirdim . 

Kredi yurtlar kurumunun benim için böyle bir yer ayarlamış olmasını beklemek çok safdillik olurdu elbet. Sanki kasıt yapar gibi okulumla çok farklı siyasi görüşe sahip bir mahalle ve yurt uygun görmüştü bana. Kızlı erkekli karışık bir yurt...Bugün yurtlar hakkındaki konuşulanlara bakınca yine de sevindirici bir durum.

Babam yurdun ana kapısından içeri beni yolcu ettikten sonra, evraklarımı teslim edip yatacağım odayı bulmak için  idareye uğramam gerekiyordu. Hava kararmıştı. Suratının nuru sönmüş şişman kadın, keçeleşmiş bir battaniye, yıkanmaktan rengi sararmış nevresim takımı, üzeri lekelerle kaplı pamukları topak topak olmuş bir yastığı zimmetli olarak bana verdi.  Üst üste konmuş yatak takımım bir kolumda, diğer elimle ağır valizimi sürükleyerek odamın yolunu tuttum. Tepedeki floresanlar göz kırpar gibi yanıp sönüyordu. Ayakkabı tabanlarımın yere her vurduğunda çıkardığı tok ses, kara taş kaplı koridor boyunca yankılanıyordu. 

Hatırladığımda içimi sıkıntı kaplayan bu anım, rahatlıkla korku filmlerinden birinde etkileyici bir sahne olarak kullanılabilir.

Oda numaramı bulup içeri girdiğimde, gördüğüm manzara karşısında ağlamaklı olmuştum. Yaklaşık 15 m2'lik oda da dört yatak, her yatağın başında da birer çelik dolap vardı. Yataklar boştu. Ben herkesten önce gelmiştim anlaşılan. Bir kişiye bile razıydım o an, öyle yalnız ve kimsesiz hissettim ki.

Valizimde ki giysileri, alelacele tozunu aldığım dolaba yerleştirdim. Üstümü başımı çıkarıp, pijamalarımı giyecek iken kapı ardına kadar açıldı. Yarı çıplak kaldım öylece.3 kız gözünü dikmiş bana bakıyorlardı. Kısa bir süre süzdükten sonra içlerinden iri yarı olanı, bana doğru yaklaşıp -hoş geldin! dedi. Sonra da arkasında duran diğer ikisiyle birlikte yanı başımdaki  boş yatağa oturup sorgulamaya  başladılar. Nerelisin? Nereden geldin? Neden bu okulu seçtin? Kaçıncı sınıftasın? Ben bir yandan soruları cevaplayıp, diğer yandan da ellerinde tuttukları katlanmış gazetenin adını okumaya çalışıyordum. 

Onların benim hakkımda olduğu gibi, benim de onlar hakkında ön yargılarım vardı. İlerleyen zamanlarda beni tanıdıkça ;  ilk geldikleri günden itibaren sürekli beni ölçüp biçtiklerini, zararsız olduğuma kanaat getirdiklerinde de arkadaşlarına bana dokunmamalarını tembih ettiklerini söylediler.

Paçayı iyi kurtarmıştım. O yurtta kaldığım bir yıl boyunca yolda dayak yeyip gelen  öyle çok kız gördüm ki...

Talihin garip bir tecellisi olsa gerek; bu seferde geçen yıl oğlum Ankara'ya okumaya gitti. Ortamı tanısın, arkadaş edinsin diye onu  okulun kampüsündeki yurda yerleştirdik. Burada ne benim kaldığım yurt da olduğu gibi farklı siyasi görüşte olanlar vardı, ne de iptidai koşullar. Yine de zor dayandı bir yıl. Okul kapanmadan geçen Mayıs başında Ankara'ya yollanıp, bir ev tutmaya karar verdik. İki gün içinde okula çok yakın bir yerde, nezih bir binada 1+1 kutu gibi ev tutmuş, tüm eşyalarını aynı gün içinde almış, temizliğini yapıp yerleştirmiştik bizim oğlanı. Ertesi gün su, elektrik sözleşmeleri halledildi. Marketten aldığımız yiyeceklerle dolabı dolduruldu ve biz gece dönüş yoluna koyulduk.

Şu an Ankara'da ikinci senesi. Mesut bahtiyar olduğuna inanmak istediğim oğlumun bana göre derslerine çalışmaktan başka bir sorunu yok. Ona göre ise ev ile okul arasında her gün yürümek zorunda kaldığı 40 dakikalık yolu , keşke arabasıyla kat etmiş olsa, ne iyi olurmuş... 

İnsan, yeterince yaşayıp, bir çok şeyi gördükten sonra ister istemez karşılaştırma yapıyor. Ben de kendi öğrencilik yıllarımla , oğlumun yaşadığı dönem arasında karşılaştırma yapıyorum . 

Benim zamanımda insanlar, daha çok gençler sağcı, solcu, orta yolcu diye ayrılırdı.

Şimdi laik-dinci diye ayırdılar .Yetmedi ,  türk-kürt-alevi-sünni diyerek alt türevler eklediler.
O da yetmedi kızlı-erkekli ayrımını kondurdular,  kaymaklı ekmek kadayıfı gibi.

Düşünüyorum da hayat benim zamanımda daha sade ve basitti. Şimdi öyle mi? O kadar çok seçenek sunuyorlar ki adama, birini seçsen diğeri mutsuz , seçmesen sen mutsuz...Zor, çok zor bu devirde adam olmak.








24 Kasım 2013 Pazar

dedemin torunları



İnsanın 24 tane torunu olur da hepsini aynı derecede sevebilir mi? Bir çırpıda isimlerini sıralayabilir mi mesela? Ya doğum günleri? 83 yaşındaki babam, sadece bizim doğum günlerimizi hatırlayabildiğini söylüyor utana, sıkıla. Topu topu 4 tane torunu var oysa. Bence burada tarihler, isimler ayrıntı. Cismi ile geriye ne bıraktığı daha önemli insanın. Ben de babamın anne ve babasını hiç tanımamış olmam nedeniyle, anneannem ve dedemden bende kalanları hatırlamaya çalıştım, kuzenlerden birinin face de yayınladığı fotoğrafı görünce.

Annem ve babam Trabzon ' lu, ben ve kardeşlerim İstanbul'da doğup büyüdük. Küçükken nerelisin diye sorduklarında, doğru cevabın ne olduğunu bulmakta zorlanırdım. Kendimi keşfettiğim yaşlarda şuna karar verdim; nereli hissediyorsam oralıyım.

Çocukken her yaz Trabzon'a giderdik. Nereye diye sorduklarında "memlekete" diye cevap verirdik. İstanbul yaşadığımız yerse, Karadeniz köklerimizin bulunduğu yerdi. Ben öz be öz Karadeniz çocuğuydum. İç dünyama doğru his yordamı yaptığım yolculuklarda Karadeniz'in tekinsiz iklimini, çılgın tonlarda yeşilini, rutubetle karışık toprak kokusunu buldum hep. Bütün bunlar doğup, büyüdüğüm mahallede de var olmakla beraber, karşılaştırdığımda fazlasıyla şehirli kalıyordu. Oysa ben tüm gel gitlerimle, Temel fıkralarını bile aratmayacak akıl sürçmelerimle,  denize ve yeşile olan tutkumla tipik bir Karadeniz kadını büyütmüştüm içimde yıllarca.

Dedemin evi yazın dolar taşardı. Hele fındık toplama zamanlarında; gelinler, damatlar, kızlar, oğullar, torunlar derken tam bir curcunaya dönüşürdü ortalık. Herkes gelsin isterdim, dayılarım, teyzelerim, kuzenlerim... Yalnız kaldığım dönemlerde çekilmez olurdu ortam, çünkü o iş gücün arasında  kimsenin beni eyleyecek hali yoktu.

Yazın ikinci yarısında fındıklar olgunlaşır , toplanmak üzere mevsimlik işçiler tutulurdu. Bu işçilerin yedirilip içirilmesi, evin içindeki işler anneannemin gözetiminde gelin ve kızlarca , dışarıdaki işlerse dedemin kontrolünde yetişkin erkeklerce yürütülürdü.  Herkes bu görev paylaşımının gereğini sorgulamaksızın yerine getirirdi.. Evdeki işlere yardım etmek ve küçüklerle ilgilenmek büyük kuzenlere düşüyordu.  Bizim yaptığımız haytalıkları gülümseyerek karşıladıkları, isteklerimizi hiç yüksünmeden yerine getirdikleri için zaman zaman onlar adına üzülürdüm.. O bölgede yetişen kuzenlerle, uzak şehirlerden sadece yılın belli zamanlarında misafir olarak gelen kuzenler arasındaki kültür farkıydı izlediğim. Ve bugün o kuzenlerimi sık göremesem de saygı ve sevgiyle anarım.

Bu çatıyı ayakta tutanların dedem ve anneannem olduğunu , onlar öldükten sonraki ziyaretlerimde anlamıştım.Dedem otoriter bir adamdı, anneannem daha yumuşak görünmekle beraber Karadenizli kadın disiplini vardı tavırlarında. Sürekli ayak altlarında dolaşıp gürültü yaptığımız zamanlarda, dedemin yattığı yerden seslenmesi bile bizi hizaya getirmeye yeterdi. Ne kadar fısıltıyla konuşmaya çalışsak da, gırtlağımızdan kopan gürültülü kıkırdamalara mani olamazdık. Yorgan altlarında, merdiven boşluklarında elimizi ağzımıza kapatıp sesimizi boğmaya çalışırdık, ama korkudan eser yoktu içimizde. O azarların korkutucu olmadığını bilirdik.

Nedense dedemle anneannemi  hep yaşlı olarak hatırlarım. Büyükçe bir odada her daim açık duran karşılıklı konmuş karyolaları, kullandıkları baston, gürültüye, şamataya tahammülsüz yapılarından olsa gerek. Aklım erip  karşılıklı sohbete yatkın yaşlara geldiğimde dedemin her konuda fikir sahibi, erdemli, uzak görüşlü bir adam olduğunu fark etmiştim. O istiklal savaşı gazisi, çok görmüş geçirmiş, akıllı bir adamdı. Azdığımız zamanlardan birinde bizi toplayıp anlaşma yaptığını hatırlıyorum. İşçilerle birlikte fındık toplayacaktık. O da topladığımız fındıkları bizden satın alacaktı.  Ne kadar çok fındık, o kadar çok para.  Bu akıllıca çözümü torunlarım ve fındık bahçelerim olsa bugün ben de uygulardım. Sonuç çok başarılıydı çünkü. Gündüz kan ter içinde belimize bağladığımız sepetleri doldurmaya çalışıp, akşam erkenden yataklara seriliyorduk. Herkes mutluydu.

Dedemin evinde dikkatimi çeken bir diğer olaysa  büyük dayım ile yengem arasındaki ilişkiydi. Annemle teyzemlerin bir  konuşmasında duymuştum; birbirlerine aşıktılar. Aşk o yaşlarda anlaşılmaz bir kelimeydi benim için. Gizlice duyduklarımdan sonra daha bir dikkatle izlemeye başlamıştım onları. Dayım sert görünümlü bir adamdı. Çok konuşmazdı, bizi torunum diye çağırırdı. Polisti ama onu hiç üniformalı gördüğümü hatırlamıyorum. Sadece resimlerde o kadar. Bir tabancası vardı bizden köşe bucak kaçırdığı. Merak da etmezdim zaten. Benim merakım aralarında aşk diye adlandırdıkları her neyse, onu görmeyeydi.

Yengem  gergin beyaz tenli, pembe yanaklı, yeşil gözlü, ışıl suratlı bir kadındı. Genizden gelen bir konuşması vardı.  Oldukça lehçeli ve annemin konuşmasından farklı. Dayıma bakarken gözleri parlardı. O gelince işi başından aşkın olsa da, elinde ne varsa bırakıp yanına koşar, dizi dibine oturup, gözlerinin içine baka baka nasılsın diye sorardı. Bu seremoniyi hiç bıkmadan izleyebilirdim. Bir de yengemin ,dayıma sakal traşı yapma  anları... Dayım traş olmayı bilmiyor muydu? Babam kendi yapardı oysa. Dayım niye yengeme yaptırırdı? Bilmezdim. Ama yengemin de, dayımın da bu işten çok hoşlandığını anlardım. Bu sevda bundan 40 yıl önce, benim yaşlı bulduğum dedemin, anneannemin ve evdeki diğerlerinin gözlerinin önünde yaşanırdı. Dedim ya dedem ve onun zürriyeti çağdaşlarından çok daha olgun ve geniş ufuklu insanlardı. Bilmeyenlerde bunu o evde öğrenmişlerdi.

 Evin en en mutlu olduğum yeri ;sürekli  kurulup kaldırılan yer sofralarının, bulaşık yıkarken bir yandan da başında gülüşüp sohbet edilen kara taş lavabonun,  tam ortasında sürekli yanan ve her daim üzerinde ya da içinde bir şeyler pişen  kuzinenin,  köşede kara bir ağız gibi duran içinde odunlar dizili şöminenin bulunduğu mutfaktı.  Tüm şamata anneannem ve dedem rahatsız olmasın diye sadece mutfakta yaşanırdı.Mutfağın dışındaysa hayat sakindi.

Hatırlıyorum; annemle babam arasında her yaz Trabzon'a gitme tartışması yaşanırdı. Konuşmalarından anlardım. Babam annemin her dönüşünde çok hasta olmasını bahane ederdi sürekli. Ama sebep başkaydı. Anasız, babasız büyüyen, biz gidince evde iyice yalnızlaşan babam sanırım annemin ailesiyle beraber geçirdiği zamanları kıskanıyordu.Haksız da sayılmazdı, annem teyzemlerle çok konuşup, çok gülerdi. Ama yine de giderdik babamın tüm karşı koyma çabalarına rağmen. Bense bitmek bilmeyen uzun otobüs yolculukları, annemin otobüs tutması nedeniyle kusmaları, gittiğimiz zamanlarda diğerlerinin gelmemiş olma ihtimali dışında severdim memlekete gitmeyi.

Memleket yolculuklarımızın ayrı bir hikayesi vardır bende.Yolun bitip dedemin evine yaklaşmakta olduğumuzu içinden geçtiğimiz son tünelden anlardım. Yol boyunca bir çok tünel bulunmasına karşın o tünelin son olduğunu da annemin kusmaya başlamasından...Çıkışı tünele bağlanan Armelit dağına önce tırmanır, sonra da döne döne  inerdik. Tünelden çıkınca heyecandan yerimde duramaz olurdum. Yol boyunca solumda kalan denizdeki kayaları birer birer ezberlemiştim. Dedemin evine gelmeden önce "tombul kaya"yı görmüş olmam gerekirdi. Ondan hemen sonra da sağda yeşillikler içinde, pembe, iki katlı dedemin evi görünürdü .

Yoldan tek tük araba geçtiği için; şimdilerde bu yolun adı Karadeniz otobanı; duran otobüsün sesine hemen çıkardı evdekiler. Önce gençler, sonra da romatizmadan çarpılmış dizlerinin üzerinde bastonuna dayanarak durmaya gayret eden dedem ve anneannem. Kalbim küt küt atardı onları görünce. Valizlerimiz evin girişindeki verandaya konur, ben yengemin şen sevgi sözcükleri arasında armut ve  ilaç kokusu sinmiş dedemle anneannemin sürekli vakit geçirdikleri odaya  adım atardım, şaşkın bakışlarımla . Genelde gelişimiz sabah ile öğle arasına denk düştüğü için , bir süre sonra yorgunluktan anneannemin yatağında sızardım. Gün kararmaya yakın uyandığımda,  zaman ve mekan şaşkınlığı içerisinde başlardı memleket maceralarım.

Bizler küçük, annemler daha gençken ; evdeki işlerden ve havadan fırsat buldukları zaman ; hep birlikte denize giderdik. Teyzemler,  yengem, büyük kuzenler, çocuklar... Deniz, yolu karşıya geçince ,o zamanlar bana çok yüksek gelen dik bir tepenin eteklerindeydi. Yolu uzatmamak için bağ, bahçenin içinden yokuş aşağı yürüye, yuvarlana inmeye çalışırdık. Genelde akşama doğru gittiğimizden; kadınlar elbiseleriyle denize girerken, yetişkin erkek kuzenler tepeden ışık tutarak ortalığı kollarlardı. Her seferinde içlerinde en şişman olan teyzemin denize girdiğinde balon gibi şişen elbisesine bakıp, gülmekten yerlere yatardık.

Eğer sakin bir günündeyse ,sahildeki siyah kumu  hışırtılı köpükler bırakarak okşayan denizin kokusunu ve sesini unutmam mümkün değil. Gazap içindeyken yanına inmeye cesaret dahi edemeyip uzaktan dinlediğim halini de... Bu ses ve koku sadece Karadeniz'e hastır.

Evin ilk katında , girişte ki veranda ,aynı zamanda dedemin kabul odası olan oturma odası, mutfak,banyo, üst katta ise yatak odaları mevcuttu. Tepede çamaşır, pestil, fındık kurutma yeri olarak kullanılan teras vardı. Gündüzleri , fazla ayak altında dolaşmayalım diye terasa çıkmamıza izin veriyorlardı. Orada durup yoldan tek tük geçen arabaları sayardık kuzenlerle. Kaç beyaz, kaç kırmızı , kaç siyah araba....?

Çocuk gözüyle bana çok büyük gelen dedemin evinin ikinci katındaki yatak odalarından biri bizimdi. Evdeki nüfus artınca her odaya yer yatakları konularak , çocuklar karyolalardan yere alınırdı. Odalardaki sandıklar, ve camekanlı dolaplar küçüklere yasaktı. Yasak olduğu için mi, yoksa camekanların ardından gördüklerimin albenisinden mi bilmem o dolaplar çok ilgimi çekerdi.. Benim gibi meraklı bir kaç kuzenin de yardımıyla bir şekilde o dolaplara sızardık. İçinde neler yoktu ki... Dedemin metal bir kutu içinde duran cam enjektörleri, başka bir kutuda dolu ve boş fişekler, çalışmayan  köstekli bir saat, ilaç kutuları, yaprakları sararmış kitap ve defterler,  türkçe - arapça harflerle yazılı notlar, zarfı açılmış, belli ki okunmuş mektuplar, cam bir kavanoz da pamuk, içinde ispirto bulunan bir şişe, gazlı bezler,  dedemin savaş madalyaları, renk renk tespihler ve ağzı açılması yasaklar listesinin en başında olan eter şişesi. Benim merakım enjektörler ve eter şişesinde  yoğunlaşmıştı. Bunu kokladığımızda bayılttığını duymuştuk , o yüzden ağzını açmaya hiç yeltenmedik. Korktuk mu, yoksa olayın çuvala sığmayacak büyüklükte bir mızrak olduğunu mu hissettik bilmiyorum.

Evdeki  diğer yasak da, dedemin yatağının altı, üstü, sağı, solundan ibaret çevresine konmuştu.. Belli ki çok stratejik bir yaşam alanı oluşturmuştu etrafında. Yatağın altında annem, dayım ve teyzemlerin gelemedikleri zamanlarda gönderdikleri yiyecekler, sağında çekmeceleri sadece kendi tarafından açılan bir komodin, solundaki duvarda da asılı bir av tüfeği.

Bu tüfeğin bir hikayesi vardı.  Büyük dayımın oğlu, sülalenin ilk erkek torunu altı , sekiz yaşlarında odada kimsenin olmadığı bir zamanda duvardan o tüfeği alıp kurcalarken kazara beraberindeki arkadaşını vurup ölümüne sebep olmuştu.Bu olay aile için ne büyük dramdı kim bilir. Zaten konu hiç kimse tarafından dile getirilmezdi. Öyle ki kulaktan dolma bilgilerle edindiğim bu hikayenin ayrıntısına hala sahip değilim. Oldum olası içe dönük, fazla konuşmayan bu  kuzenimizin yanına çekinerek giderdik.

Odada ki  ilaç ve meyve karışımı  koku yatağın altından geliyordu. Bu koku eminim tüm kuzenlerin hafızasında yer etmiştir. İlaç kokusu dedemin o yörenin akıl danışılan ulema kişiliğinin yanı sıra şifacı da olmasındandı. Buraya bir çok kişi ya bir hastalığını sormaya, iğne olmaya, ya akıl danışmaya, ya da rüyasını anlatmaya gelirdi. Dedemin herkese verilecek bir aklı, bir cevabı ya da hizmeti vardı. Yörenin ileri gelenlerindendi. Derviş dedin mi akan sular dururdu. Sahilden köye yukarı çıktığımızda sen kimlerdensin diye sorulduğunda, dervişin torunuyum demek itibar görme nedeniydi. Böyle zamanlarda çok gururlanırdım dedemle.Ama yine de yatağın altındaki ganimetleri ortaya döküp, talan etmemize izin vermemesine içerlerdim birazcık. Çocuk aklım bunu dedemin cimriliğine yorardı. Şimdi ise çokça yokluk görmüş bir insanın doğal tavrı olduğunu düşünüyorum.

Hepimiz okullu olup, bir şeyler öğrenmeye başlayınca dedemle aramızda sohbetler başlamıştı. Akıllı sorulara kızmaz sabırla anlatırdı.  Hatta yatağın altındakilerden çıkarıp ödüllendirirdi bizi. Aptalca sorulara ise tahammülsüzdü. Ta o zamanlar akıllı olmanın ve çok soru sormamanın iyi bir şey olduğunu öğrenmiştim. Dedemin bu tutumu, küçükken hiç girmediğimiz bir rekabete yol açmıştı torunlar arasında. Bu rekabet bizim kuşaktan önceye de dayanıyordu üstelik. Yıllar sonra, anne ve babalarımızın da eşlerine varana kadar belli kriterlerle dedemin gözünde sıralamaya tabi tutulduklarını fark edecektim. O zamanlar bu sıralamanın yarattığı gerilimi anlamayacak kadar küçüktüm.

İstiklal savaşı gazisi olan dedemin anlatacak ne kadar çok hikayesi vardı. Atatürk' den hayranlıkla bahsederdi. Zaman zaman özlü sözler ve şiirlerle yanıtlardı çocukça sorularımızı. En çok da sağ elinin baş parmağını nasıl kaybettiğini merak ederdik. Savaşta olduğunu söylediği bu hikayeyi her seferinde sıkılmadan dinlerdik. Bu muhabbetin kurulduğu karyolanın üzerinde, genelde pek değişmeyen yerlerimiz vardı. İçimizde bir nedenle dedemin gözünde öne çıkmış olanlar, ona en yakın mesafede oturup akıllı edalarla sordukları sorularla övgülerin tamamını kapmayı becerirlerdi. Ben daha geride durmayı yeğleyenlerdendim. Yatağın ayak ucu genelde bana aitti.

Kuzenlerim arasında bu rekabete hiç girmeyenler de vardı elbet. Sahilden biraz uzaktaki köyde oturan teyzemin çocukları... Onlarla paylaşımım daha fazlaydı. Teyzemin evi geniş fındık bahçelerinin içinden geçerek ulaşılan dik köy yolunun en tepesindeydi. Bu yolda kaybolma korkusu taşırdım her zaman. Teyzemin benimle yaşıt oğulları ; ışığın sık ağaçların arasından süzülerek indiği, altında görünmeden akıp giden derelerin şırıltısından başka bir sesin duyulmadığı dar patikalardan oluşan bu yolda korkmadan ilerlememe yardım ederlerdi.

Duyma engelli olup, keskin zekasına ve el becerisine hayran kaldığım büyük kuzen bana dilsiz alfabesini öğretmeye çalışırdı ısrarım üzerine. Denize inen dik yokuştan keçi gibi hoplaya zıplaya inerken kucağında ben vardım. İnek nasıl sağılır, ağıla nasıl sokulur, pamuk yatak nasıl kabartılır, ondan öğrendim. İstanbul'da okuyup hafta sonları bizde kaldığı için onunla diğerlerinden daha yakındım. Yine de teyzeme her gittiğimde hepsi tarafından içtenlikle kucaklanırdım. Ne kadar çok verecek sevgileri vardı, en büyüğünden en küçüğüne.

Bütün bu hatırladıklarımdan anlıyorum ki, memleketimin bendeki etkisi büyük. Bizden sonraki kuşak artık birbirine "nerelisin?" diye pek sormuyor. Rahmetli  Barış Manço'nun şarkısında da dediği gibi ;

HEMŞERİM MEMLEKET NİRE? BU DÜNYA BENİM MEMLEKET !
HAYIR ANLAMADIN, HEMŞERİM ESAS MEMLEKET NİRE?
DEDİM YA YAHU; BU DÜNYA BENİM MEMLEKET!




8 Temmuz 2013 Pazartesi

Acıycakmı anne?



Acıyla henüz tanışmadığımız yıllarda, hepimizin böyle bir soruyu en az bir kere sormuşluğu vardır. Hiç iğne olmamış bir çocuk bile iğnenin ucunun sivriliğinden onun tenine değdiği an acıtacağını hisseder. Kaçınılmaz anlardan birinde, senden cüssece büyük biri; muhtemelen gözlüklü, beyaz elbiseli, ciddi suratlı; elindeki enjektörden havaya doğru bir iki damla sıvı fışkırtırken, sözüne en güvenilir bulduğuna sorarsın. Acıycak mı? O kişi en anlayışlı, en bilge haliyle seni rahatlatır. -Hayır, hiç acımayacak.  Çaresiz emanet ettiğin kolu serbest bırakıp, gözlerin korkuyla büyüyerek o sivri uçlu metalin tenine girmesini beklersin. Kalbin pır, pır eder. Acır, hem de pek fena acır. Kocaman bir ciyak kopar gırtlağından, iş biter, anlıktır acı geçer. Yerini esef alır, hayal kırıklığı bir de. Anneye bile güven olmazmış desene. Neyse ki çabuk unutulur bu tür travmalar. Canını acıtanlar bunun yararlı olduğunu söyleyerek avuturlar seni, hatta parlak kağıtları içinde göz alıcı şekerlerin durduğu bir kase uzatılır önüne. –Afferin benim çocuğuma, ne kadar da cesurmuşsun sen böyle...

Her acı böyle olmaz ama. Hayatta pek çok acı pusu kurmuş beklemektedir seni büyüme yollarında. Çoğunda soracak bir tek kişi bile bulamadan yanında , güm diye giriverirler yaşamına. 

Acıycak mı?Bu soruyu sorabilmenin lüksünü keşfettiğin yaşlara geldiğinde, acının ne kadar çok çeşidini görmüş olduğunu fark edersin şaşkınlıkla. Hatta kendini aptalca bir merakla bunları birbiriyle karşılaştırırken bulabilirsin de. Hangisi daha çok canımı yaktı? 

Benzer acıları yaşayanlar, yara izlerini birbirine göstererek yarışan çocuklar gibi, acılarını yarıştırırlar. Benzerlerini görmek aynı zamanda rahatlatır insanı. Annesini çok küçük yaşlarda kaybeden bir çocuk, ileriki yaşlarında annesini yeni kaybetmiş arkadaşına, – ben bu acıyı çok iyi bilirim diyerek rehberlik etmeye çalışır acıyla ilerlenen yolda. Eşekten düşenin halini, yalnızca eşekten düşenin anlayacağı gerçeğiyle onun acısının kabuk bağlamış yarasına sığınarak teselli bulmaya çalışırsın.

Aşk acısını yaşayanları fukara duygusal benliğimizle şanslı bulmamıza karşın, ölüm acısıyla yüzleşmeyi şanssızlık diye nitelendirdiğimiz çok olmuştur. Ölümden önceki ana müdahale edebileceğimiz aymazlığıyla, öyle olmasaydı, şöyle yapmasaydık diye hayıflanır dururuz çaresizliğimizin karşısında. Oysa yaşayan her canlının bir gün mutlaka ölümü tadacağı gerçeğinden hareketle, ölüm realitenin ta kendisidir. Kaçınılmazdır ve engellenemez. Önce hanımlar beyler, bu gerçekle yüzleşelim bir kere. 

Geldiğim şu noktada ölüm acısıyla baş etmek konusunda harika bir ilaç keşfettiğim intibası uyandırmış olabilirim zihinlerinizde. Ama bulmadım. Sizlerden biriyim ben de. Sadece bu acının kimyası üzerinde düşünüyorum o kadar.

Gerçek ölüm acısını ilk olarak annemde tattığımı düşünürüm hep. İlk gençlik yıllarımda gelecekle ilgili planlar yapabilirken hala, bu gerçekle hiç beklemediğim bir anda yüzleşmiştim. Acı da, acıydı hani. Tam bir buçuk sene soluğunu ensemde hissettirdi. Annemin öleceğini bildiğim andan itibaren; o sağlıklıymış gibi görünürken de, çok hastalanıp acı çektiğinde de aynı hızda devam etti. Çaresizlik pek fenaydı. Hiçbir şey yapamamak yüreğimi sıkıştırıyordu. Ruhen ve bedenen bitkindik annemin çevresinde olan bizler. Ve böyle bir yaz günü annem gitti. Bunu söylerken utanıyorum ama, rahatladım. Artık kaybedecek bir şeyim kalmamıştı çünkü. Olay soğuyup, normal yaşamıma döndüğümde ise kaybın yarattığı o büyük boşluk kalmıştı geriye. 

Ölüm öyle bir olgu ki, onun karşısında bir duygu halinden başka bir duygu haline savruluyorsun sürekli. Bunu, kendimden daha çok izleme fırsatı bulduğum yakın bir arkadaşımda gördüm. Yirmi bir yaşındaki kızını, çok acılı bir süreç sonucu kaybetmişti. Yanına ilk gittiğimde daha önce inançlı olduğunu bildiğim o kadın sıkı bir isyankâra dönüşmüştü. “Allah bu kadar acımasızsa ben onu tanımıyorum” a vardırmıştı işi. Sonraki buluşmamızda nihilizm ile ilgili yayınları takip ederken buldum kendisini. Bir sonrakinde ise sıkı bir cemaat üyesiydi. Söyleşilerde, dualarda arıyordu teselliyi. Bu boşlukla baş etmenin bir yolunu buldu mu diye soracak olursanız; bulamadı. Eksik ve kavruk bir insana dönüştü kızından sonra. Bulabilmiş olmasını onun için yürekten isterdim. Kızımın nikâhına yıllar sonra çekine, çekine davet ettiğimde, gözlerinde, sözlerinde ele verdi kendisini. –Ne mutlu sana sözü bana yetti. Ne diyebilirdim ki? Öyle anlarda hep alışılagelmiş –Darısı başına! , cümlesi boğazıma takıldı kaldı. 

Annemden sonra çokça ölüm gördüm. Hepsinde de davulun sesi uzaktan hoş gelir misali alışmış, unutmuş göründü insanlar gözüme. İçlerinde ne fırtınalar koptuğunu kim bilebilir? Şimdilerde kulağıma o tanıdık ayak sesleri yine geliyor. Sırtıma yorganı çekip, gözlerimi sıkı, sıkı kapasam geçip gider mi yanımdan?

Ben inançlı bir insanım. İçimden sürekli konuştuğum, ocağına gidip dert döktüğüm biri var. Sürekli ben konuşuyorum, o dinliyor. Bir süre sonra kendimi ondan bir şeyler isterken buluyorum. Yaşadıklarımdan, gördüklerimden sonra istediklerim şekil değiştirdi. Arsızca, sahip olduklarımı bana ver, onları benden alma demeyi bırakalı çok oldu. Sevdiğim, hoşlandığım her şeyi kendi mülkiyetimde tutabilirim. Ama fark ettim ki bu şeyler bir can taşıyorsa eğer bana ait değiller. Onlara yanımda oldukları sürece, sadece daha iyi bakabilir ve birlikte olmanın keyfini çıkarabilirim o kadar. 
Sahip olduğumu sandığım, ancak bana emanet bırakılan bu canların yanında gerçekten sahip olabildiğim eşyaların ne değeri olabilir ki? Onları daha elimde eskimeye fırsat vermeden, ihtiyacı olanlara dağıtma dürtümü ancak böyle açıklayabiliyorum.  Çoğu stokçu insandan farklı olarak ne kadar az şeye sahip olursam kaybetme korkum da o kadar azalır diye düşünüyorum özetle.

İşte benim acıyla baş etme yöntemim bu.

15 Haziran 2013 Cumartesi

ağaç





Yıl 1978. Mülkiye’yi kazanmışım. Ailem İstanbul’da yaşıyor, ben Ankara’da okuyacağım. Babam için bu öyle fazla ki… Kestirip attı tabi, -olmaz! diye.  On yedi yaşındayım, evden bir vasıtaya binip tek başına gittiğim yer sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Yine de gideceğim diye diretiyorum. Babamın izin vermek istememesini anlamam mümkün değil. O kadar büyük, o kadar güçlüyüm ki oysa…  Sonuçta emir, demiri keser derler ya, yanlış bence. Demir dik durursa hiçbir şey olmuyor. Ben gittim. Tabi binbir tembih ile. Olaylara karışılmayacak, hiçbir kağıda imza atılmayacak; öyle ki okul idaresinden verilen evrakları bile imzalamaktan imtina ettim başlarda; sanırım ana başlıklar bunlardı. Ama yeter de artardı bu kadarı. Öyle karışık zamanlardı ki o yıllar. Olaylara karışanlar ve uzak duranlar diye ikiye ayrılıyorduk biz gençler. Karışanlar akılsızdı, asiydi, uzak duranlar temiz aile çocukları. Karışanlar tukaka, uzak duranlar cici. Ben babam tarafından derslerime çalışıp, akılı uslu davranıp, okulu tam dört yılda bitirmek üzere Ankara’ya yollanmıştım. Bu koşulu o kadar içselleştirmişim ki, ilk yıl arkadaşlık ettiğim bir çocukla işler biraz ciddiye binince, –ayrılmamız lazım, çünkü sen benim derslerime mani oluyorsun diyerek saçmalamıştım. Nasıl şaşırmıştı kim bilir? Şimdi gülüyorum o hallerime.

Evet, okulu zamanında bitirdim. Olaylara karışmadım. Tek vukuatım Kızılay’dan bindiğim otobüsün tepesinden atılan bildiriler nedeniyle askerlerce durdurularak, içinde yaşlısıyla, genciyle, çocuğuyla birlikte ikinci şubeye götürülmesiydi. Üstümüz başımız aranıp, kimlik bilgilerimiz kontrol  edilene kadar aç susuz , güneşin altında, ikinci şube bahçesinde misafir edilmiştik onların deyimiyle.  O bahçede bizim okuldan temiz ve cici olmayan iki arkadaşı görmüştüm. Onlar beni tanımamıştı muhtemelen, ya da tanımazdan gelmişlerdi. Çünkü kaka çocuklar da cici çocuklarla dostluk kurmayı istemezlerdi o günlerde. Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim sözü büyük ihtimalle o günlerde icat edilmişti.  Biz ciciler sadece safları sıklaştırmak için vardık. Ama benim gibi baştan tembihli, ümit vaat etmeyen tipler için beyhude zaman kaybıydı bu uğraş. Sıkı korkardık biz, öyle böyle değil.  

İlk yıllardaki saksı bülbülü hallerim, daha sonraki yıllarda yavaş yavaş kayboldu diyebilirim. Tanıştığım insanlar sürekli siyasetten, edebiyattan, felsefeden bahsederken benim boş boş bakmam yakışık almazdı. Serde ineklik var, sürekli okurdum o yüzden. Ne bulursam, kim ne söylerse her şeyi alır okurdum. Hayatımın edebiyat ve sanat alanındaki ilk açılımı o yıllara rastlar. Ankara’yı bu yüzden çok severdim. Hala da severim. Orada bir öğrenci az para harcayarak, tabanvay olarak aynı gün içinde birden fazla etkinliğe katılabilir. Kişisel donanım imkânlarının çok bol olduğu dönemlere rastlar benim öğrencilik yıllarım. Hem bu yüzden hem de Ankara’da olduğum için şanslıydım. Aynı gün iki final sınavına, oradan da bir sinemadan çıkıp diğerine gittiğimi bilirim. Özellikle rahat lacivert kadife koltukları, müzikal kalitesi, bugün festivallerde gösterilen türden filmleri ile Çankaya’daki Sanatseverler derneği favorimdi. Geçenlerde Ankara’ya gittiğimde Akün sinemasının durduğunu, Sanatseverlerin yerinde yeller estiğini gördüm ve çok üzüldüm. Belki başka bir yere taşınmıştır bilemiyorum, ama o günkü formatını koruyabildiğinden emin değilim.  Eskiden güzel olan ne varsa ya yok oldu, ya da popülere evrildi ne yazık ki.  AST’ de ki “Kafkas  Tebeşir Dairesi” oyununda tanıdığım Genco Erkal’ın yaşlanmış olmasına karşın hala eskiden bildiğim haliyle kalmış olmasından duyduğum mutluluğu tahmin edersiniz.

Bugün,  artık başka bir gün… Benim on yedi yaşımın üzerinden sanki yüz yıllar geçmiş gibi. Artık benim çocuklarım var genç olarak ve onların yaşıtları diğer gençler. Bizden/benden o kadar farklılar ki…

Gezi parkı direnişinin ilk günlerinde, televizyonlarda izlediğim görüntüler beni epey rahatsız etmişti. Bir takım insanlar ağaçlara sarılmış bırakmak istemiyorlardı, başka insanlarda onları yerlerde sürükleyerek ağaçlardan koparmaya çalışıyordu. Üstelik bunu devlet adına yapıyorlardı. Manzara rahatsız edici olmakla beraber komikti de aynı zamanda. Hayatta bunca şey dururken bir ağacın bu kadar önemli olması garipti. Demek böyle idealist ruhlu insanlar hala var diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bunlar kesinlikle çarşıda, pazarda dolaşırken kibarca bizimle anket yapmak isteyip, hep acelemiz olduğunu söyleyerek ötelediğimiz insanlar olmalıydı. Mücadele verdikleri otoritenin gücü düşünülünce, onların bu direnci pek naif kalıyordu. Nasıl olsa eninde sonunda onların kolları ağaçtan, ağaçların kökleri topraktan kopartılıp atılacaktı. Ama öyle olmadı .

O sahne ekrandan kaybolup yerine başka bir görüntü gelene kadar aklımdan geçenler buydu. Her şey gibi onu da tüketivermiştik üstünde çok fazla düşünmeden. Zaman yönetimini başkalarına bırakmanın sonu budur. Neyi ne kadar düşünmen gerektiğine hep başkaları karar verir ve bunu da çaktırmadan, büyük bir ustalıkla yaparlar. Adına da şimdilerin moda tabiriyle gündem belirlemek diyorlar bu yöntemin.

Ben büyüdükçe, temiz, cici, akıllı uslu özelliklerimin yanına düşünme özürlü olma sıfatı da eklenmişti farkında olmadan.  Herkes benim gibi değildi elbet. Bazıları düşünüyordu. Hatta öyle çok düşünüyorlardı ki, düşünmekten mutsuzdular.  Sürekli yanlış giden bir şeyler olduğunu bilip, bunu değiştiremedikleri için yılgın, ümitsiz ve karamsar olan insanlar gördüm çokça. Bunlardan bir kaçı da benim arkadaş çevremdendi. Onlarla beraber olduğumda bana da sirayet ediyordu bu ümitsizlik. Geleceğe dair tek heyecanın neredeyse takip edilen dizilerin bir sonraki bölümünü beklemeye indirgendiği bir hayattı yaşadığımız. Çığ gibi büyüyen bir sıkıntının altında boğuluyordu bir kısım insan, çoğu zaman nedenini bilmeden.

Sonraki günlerde ağaç ve insan görüntüleri tamamen silindi hayatımızdan. Ekranlar başka başka sahneler sundular bizlere. Penguenler, eğlence programları, diziler, her zamanki üçüncü sayfa haberlerini konu alan görüntüler. Ancak iletişim kaynakları sonsuzdu. Adına sosyal ağ denilen unsurlarda başka manzaralar paylaşılıyordu sürekli. Gündem belirleyicilere rakip yeni kanallar girmişti hayatımıza. Orada ,o ağaçlara sarılan ellerin her türlü baskıya, zorbalığa, dövülüp sövülmeye, itilip kakılmaya rağmen kopartılamadığından bahsediyordu birileri.  Görüntüler öyle alıştığımız gibi gelip geçmiyordu ekranlardan. Sürekli tekrar, tekrar her seferinde bir yenisi eklenerek artıyordu sahneler. Üzerinde düşünmek farz olmuştu. Ben de düşündüm. İçimde her seferinde bir isyan dalgası kabararak düşündüm. Artık başka bir şey izleyemez olmuştum. Bu gidişe dur diyebilir miydim bilemiyordum ama orada olmalıydım ben de. O insanların mukavemeti, sabrı içimdeki Donkişot’un ayaklanmasına sebep olmuştu. Yola koyuldum.

O yolda ağaç başta sadece ağaçtı. Sonra ağaç başka bir şey oldu. Umut oldu. Tozlarından silkinip ayağa kalkmanın, hayata ve insana duyulan inancın simgesi oldu ağaç.  Onu yerinden söküp kopartmak, insanın içinden ruhunu çekip kopartmak gibiydi. Buna müthiş direndi bazılarımız, neyse ki içlerinde ben de vardım. Meydanlarda her bulunduğumda, daha önce hiç görmediğim insanlarla sanki tanışıyormuşum gibi göz göze gelip her gülümsediğimde, onlarla bir ağızdan kızdığım ne ve kim varsa her haykırdığımda, hatta komik ama o zehirli gazı her soluduğumda o ruh gelip iyice yerleşti içime bir daha hiç çıkmamacasına. Ağaç deyip geçmeyeceksin, bu önemli bir şey.

Hayatımda hiç olmadığım kadar kaka çocuk oldum son zamanlarda, hani şu marjinal dediklerinden. Hiç olmadığım kadar umutluyum o umutsuz görünen tüm diğer dostlarım gibi. Hiç olmadığım kadar genç hissediyorum, üniversite yıllarımdaki yaşlılığıma inat. Hiç olmadığım kadar inançlıyım kendime ve insanlığa.

Ben artık Kızılderili’nin söylediği gibi; “ruhumu beklemiyorum” , çünkü o geldi. Darısı henüz ruhuna kavuşamamış olan diğerlerinin başına diyorum.


Bu arada en büyük alkışı o bir zamanlar benim gibi olmayan şimdiki gençler ve hep genç kalanların hak ettiğini söylemeliyim. Onlara sevgi ve şükranlarımı sunuyorum. Yaşasınlar ve hep var olsunlar !!!