21 Kasım 2010 Pazar

ablam


Sıradan üzüntüler ve sıradan mutlulukların yaşandığı evimizin tam orta yerine düşen bir bomba etkisi yaratmıştı babamın ölümü. Daha onun yokluğuna alışamamışken ablamın bir gece ortadan kaybolmasıyla üzerimizde zaten eğreti duran neşe, çok uzun bir süreliğine bizi terk etti. Beraberinde ablamın su yeşili gözlerindeki pırıltıyı ve başak rengi uzun dalgalı saçlarının yumuşak kıvrımlarını da alıp götürerek…

Babam olsaydı bütün bunlar yaşanır mıydı ya da farklı sonuçlanabilir miydi her şey, bilemiyorum. Babamdan hemen sonra bizim evin üst katındaki daireyi kiraladı eniştem, bu değişikliğin hem bizim hem de ablam için iyi olacağını düşünerek... İyi de oldu. Böylece evlendikten sonra çok seyrek görebildiğimiz ablamı, üst katımıza taşındıktan sonra her gün görür olmuştuk. Gerçi  aramızdaki yaş farkı, benim derslerle fazlasıyla haşır neşir olmam ve onların evlenir evlenmez başka bir şehre taşınmış olmaları nedeniyle konuşacak konu bulmakta sıkıntı çekiyordum ama annem babamdan sonra büründüğü yaslı, kederli dul halinden ablam ve yeğenim Arda’nın gelişiyle bir nebzede olsa sıyrılmıştı. Ailemiz eskiden olduğu gibi bir aradaydı, tek eksiğimiz büfenin üzerindeki ve duvardaki resimlerinde hiç yaşlanmayacak, güçsüz olmayacak, hep dik ve yakışıklı duruşuyla bize gülümseyerek bakacak olan babamdı. Onun yokluğunun yarattığı boşluk, duvarda asılı fotoğrafı ile kapatılamayacak kadar büyüktü benim için.

Ramazan ayındaydık, iftar ve sahur yemeklerinde hemen her gün ablam ve yeğenim bizdeydi..  Eve erken gelebildiği günlerde bize katılan eniştem, yemekten hemen sonra yukarı çıkıp televizyonun başına kuruluyordu. Hafta içinde erken yatmak zorunda olduğum için,ablam ve annemin kadınsal muhabbetlerinde aklım kalıyordu, sadece hafta sonları onlarla oturmama izin vardı. Oturup gülüştüğümüz geceleri sonraları özlemle arayacağımdan henüz haberim yoktu. 

O gece erkenden odama çekildim. Elime bir kitap alıp yatağıma uzandım, dalmışım. Gecenin bir vakti uzun, uzun çalan zilin sesiyle yataktan fırladım.  Annemin odası yakın olduğu için benden önce kapıya varmıştı. -Hayırdır inşallah! Kim ki bu saatte? Kim o? derken bir yandan da kapının gözetleme deliğinden bakarak, bu münasebetsiz saatte kapıyı çalanın kim olduğunu görmeye çalışıyordu. Dışarıdan eniştemin sesini işittim.  Annem her gece yatmadan önce sırasıyla çevirdiği tüm kilitleri aceleyle açarken, bir yandan da enişteme sorular yağdırıyordu.
    -Erkan! Oğlum ne işin var senin burada? Arda’ya bir şey mi oldu yoksa? Dur açıyorum,bekle... Hay Allah! Hay Allah!
    -Anne, Sema evde yok, burada mı?  Yüzünde, tek ümidim burası eğer burada da yoksa az sonra dağılacağım ifadesi vardı. Şaka mı bu? Aklıma ilk gelen soru bu oldu. Ancak birazdan gülecekmiş gibi de görünmüyordu . Sorunun garipliği annemi de, beni de şaşkına çevirmişti, ne diyeceğimizi bilemez halde öylece kalakaldık.
    -Yok mu? Nereye gider ki bu saatte? Gece buradaydı, oturduk, sonra  geç oldu, yukarı çıktı. Evde olmalı. İyice baktın mı her yere? Arda’nın yatağında uyuyakalmış olmasın? Ya da tuvalette belki…
Ayağına geçirecek bir şey ararken ben annemden önce  merdivenleri üçer beşer tırmanarak üst kata varmıştım çoktan. İlk olarak Arda’nın odasına,  yatağına, yatak altına, odalarındaki yatak ile duvar arasındaki daracık boşluğa, banyoya, hatta perdeleri açıp küvetin içine, küçük tuvalete, mutfağa, mutfak balkonundan aşağıya, her yere baktım. Yoktu, sanki buhar olup uçmuştu. Şaşkındım. Aklıma  birileri tarafından kaçırılmış olabileceği bile geldi. Gazetelerde buna benzer haberleri sıkça okuyorduk ama hiç kimse rızası olmadan bir kadını kocasının yatağından sessizce kaçırmaya kalkmazdı herhalde.  Annem merdiven çıkarken nefes nefese kalmış, sessizce dizlerini dövüyordu. Komşuların uyanıp olaya dahil olmalarından korkuyordu, biz her zaman 'kol kırılır yen içinde kalır' inancıyla yaşayan bir aileydik.
     -Bahçeye inip bakacağım, sen Arda’nın yanında kal anne, uyanıp korkmasın çocuk diyerek merdivenlere yöneldi eniştem, ben de arkasından onu takip ettim.

Ablamın aşağıda olması uzak ihtimal gibi görünse de, çaresizlik içinde ikimiz de bu ihtimale bel bağlamıştık.İnsanın çaresizlik karşısında ne kadar yaratıcı olabileceğini görmek beni hep şaşırtmıştır. Babam ölmeden bir iki hafta öncesine kadar günden güne kötüleyen hastalığına rağmen  iyileşme ümidini hiç kaybetmemişti. Bunlar gelip geçici arazlardı ve o bir sabah sapasağlam ayağa kalkıp,  eskitmeye fırsat bulamadığı lacivert takımıyla, öldüğünde  adettendir diyerek annemin sokak kapısının önüne bıraktığı siyah iskarpinlerini  giyerek lokaldeki arkadaşlarını görmeye  gidecekti. Biz de bu acıklı pembe yalanın yaratıcı ortaklarıydık. Babamın dönüşte getirdiği baklavayı tüm komşularla birlikte yerken, onun iyileşmesini kutlayacaktık. Vücuduyla dalga geçer gibi her gün yeni bir iz bırakarak ilerleyen hastalıkla mücadelede kaybettiğini anladığı gün babam tamamen sustu, başını öne eğdi, gözlerini yerden ayırmadan düşüncelere daldı. O günden sonraki iletişimi bize söylediği birkaç kelimeden ibaretti. -Ağrım çok bana bir şeyler verin.  En çok, ölümü mü yoksa hep sağlam duruşlu, her sorunun üstesinden gelebilecek kadar güçlü bildiğim babamın o yalnız, çaresiz, yenik düşmüş hali mi koydu bana bilemedim. 

Babamın mesnetsiz umutları gibiydi, bizim bahçede ablamı arayışımız. Dört kat merdiveni koşar adımlarla inip apartmandan dışarı çıktık. Evimizin bulunduğu sokak boyunca sağlı sollu park etmiş arabalar ve iki apartman ilerimizdeki sokak lambasının bize yansıyan loş ışığından başka görünürde hiç kimse yoktu.  Kediler, köpekler bile kaybolmuştu ortadan, sadece caddeden tek tük geçen arabalarla, bir kaç sokak öteden duyulan ramazan davulunun sesi o kadar. Tam alacakaranlık kuşağından fırlamış gibi ürpertici bir geceydi benim için. Dış kapıdan sağa kıvrılıp otopark olarak da kullanılan arka bahçeye geçtik. Orada da kimse yoktu. Eniştem sürekli nerede olabilir, nereye gidebilir bu saatte diyerek kendi kendine konuşuyordu. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Annem üst katta balkondan bize bakıyordu. Konu komşuya malzeme olmaktan çekindiği için seslenemiyordu da. Korkmaya başlamıştım artık. Kötü şeyler geliyordu aklıma. Parkın ortasında amaçsızca bekliyorduk, neyi beklediğimizi bilmeden. Tam o anda sessizce, adeta süzülerek eve doğru yaklaşan bir arabanın farlarıyla aydınlandı bulunduğumuz karanlık bahçe. Işık gözlerimizi aldığından içindekileri göremedik. Bizi farkedince çok kısa bir duraksamadan sonra süratle geri çekilerek gözden kayboldu. Arabadan inip bahçede yürüyen karaltının kim olduğunu anlamadım önce, bir siluetti yalnızca. Salınarak yavaş adımlarla ilerlerken kabarık saçları sağa sola dalgalanıyordu. Ablam olabilir miydi? Şaşkınlığım o kadar büyüktü ki, tüm endişelerim yok olmuştu birden ama sevinç de yoktu içimde. Yaklaştığında yüzündeki ifadenin kızgınlık mı, korku mu, utanç mı olduğunu kestiremedim ama bakışlarından ürkmüştüm. Soğuk ve yabancı bakıyordu bize.
     -Pis orospuuuuu! Nereden geliyorsun? Kimdi o herif? Ne susuyorsun söylesene, hadi söyle diyerek parkın ortalık yerinde ablamın suratına okkalı bir tokat atarak yüzüne tükürmedi eniştem. Saydıklarımın hiçbirini yapmadı.  Sadece iki kelime etti, tüm olayı bir çırpıda özetleyen iki küçücük kelime.
     -Ben anladım...
Ve bizi orada bırakarak hızla eve doğru yürüdü, ablam da arkasından...  Onları takip etmedim, aralarındaki konuşmaları merak etsem de duymak istemiyordum. Ablamın küçük düşmesine, horlanmasına tanık olmak istemiyordum. O an belki de ablamdan daha çok, ben korkuyordum eniştemden. Arkalarından yukarı çıktım. Annem olanları görmüş olacak ki, bizim daireye inmiş kapıda beni bekliyordu. İçeri girer girmez arkamdan tüm kilitleri tekrar çevirdi ve hiç bir şey konuşmadan yataklarımıza girdik. O gece annemin de benim gibi uyumadığından emindim. İkimiz de yukarda ablamla eniştem arasında olanları merak ediyorduk ve üst kat acayip sessizdi.

Sabah okula gittim ama aklım evdeydi. Ablam ne yapıyordu, eniştemle aralarında nasıl bir konuşma geçmişti? Ablam neden öyle yapmıştı? Gece yarısı kiminle beraberdi? O kadar çok bilemediğim ve anlamadığım şey vardı ki bu olaya dair, aklım hep bunlarla meşguldü. Derse kafamı veremedim, okula geldiğim için bin pişmandım. Bugün ailemiz için olağandışı bir gündü, babamın öldüğü gün gibi değildi  ama yine de büyük bir terslik vardı ortada. Çıkışta oyalanmadan doğruca eve gittim. Ablam bizdeydi, annemle karşılıklı oturuyorlardı. Dün akşamdan bu yana beden olarak küçülmüş, yaşça çok büyümüş göründü gözüme. Gözleri kıpkırmızıydı, belli ki gece boyunca ağlamıştı. Eniştem ona ne demişti? .Aklım çok karışıktı, bir yandan cezalandırılmasını gerektirecek kadar kötü bir şey yaptığını düşünüyordum, diğer yandan da o benim ablamdı, canı yansın istemiyordum. Annem, içeri girdiğimde ablama beni göstererek kaş göz işareti yaptı. Neyi, kimden gizliyorlardı ki? Koskoca bir kızdım ben, neredeyse ablamın evlendiği yaştaydım. Evlenirken büyük, öğrenciyken küçük mü olunuyordu?  –Bu saçmalık, niye susuyorsunuz ki? diyerek yanlarına çöktüm ve sorgulu gözlerimi üzerlerine diktim. İlk olarak gözüm ablamın ellerine, oradan da tırnaklarına takıldı. Daha önce bir insanın tırnaklarının böyle morardığını hiç görmemiştim. Ablam ellerini o kadar çok sıkmıştı ki, avuç içlerine bastırdığı tırnakları köküne kadar mosmordu. O an korktum gerçekten. Ablam hasta olabilirdi, ölebilirdi bile üzüntüden, o gün buna inanmıştım.

 Arabasından indiği adama âşık olduğunu söyledi. O da ablama âşıkmış. Bunu anlamak benim için güçtü. Yasak aşk diye bir şeye inanmak istemiyordum. İnsan evlendikten sonra başka birine âşık olabilir mi? Ablam evlendiğinde onun neler hissettiğini bilemeyecek kadar küçüktüm. Hatırladığım, gelinliğinin içinde çok güzel göründüğüydü. Ben de büyüyünce gelin olacağım diye geçirmiştim aklımdan. Eniştem çok uzaklara götürdüğü için, ablamı  sadece bayramlarda görebiliyorduk. İzmir’deki evlerine bir kez, o da yeğenim Arda doğduğunda annemle birlikte gitmiştik. Sonra da babam ağırlaştığında  ablam oğlunu da alarak uzun süreliğine bizim yanımıza gelmişti, eniştem onlarla değildi. Evliliklerini değerlendiremeyecek kadar kopuktum olaylardan ve aklım başka yerlerdeydi. Dalıp gittiğim düşüncelerden ablamın sesiyle sıyrıldım. -Ben onunla evlenmeyi hiç istemedim, beni siz zorladınız, çok gençtim karşı koyamayacak kadar küçüktüm. Annem sürekli ablamı dürterek,
     -sus, komşular duyacak, bizi dünya âleme rezil etmek mi istiyorsun? diye söyleniyordu. Ne diyeceğimi bilemez halde onları izliyordum. Ablamın yüzünde gördüğüm keder sözlerle anlatılacak gibi değildi.  Ne olacaksa olsun bakışıydı gözlerindeki, iki yıl önce babamın gözlerinde yakaladığımın aynısı. Gözlerindeki pırıltının yok olmaya başladığını ilk o an fark ettim. Geçen zaman içinde bu yok oluş azalmayıp arttı. Puslu bir griye dönüşen gözlerinin rengi gibi, kişiliği de eskiye göre soğuk, mesafeli ve suskun olmuştu ablamın. 
Annem o gün, -ilk ve son kez söylüyorum bir daha yüzünü bile görmeyeceksin o adamın, efendi gibi oturacaksın evinde tabi kocan izin verirse, yoksa sütümü helal etmem sana diyerek ültimatomu çekti. Kendimi bildim bileli, -kızlar yumurta gibidir, bir kez kırıldı mı tamiri olmaz diyerek soyumuzu tavuğa bağlayan annem için bu olay karşısında bu kadar tepkiyle kalabilmek büyük bir şeydi.


Eniştem eve girdikleri o gece ne bir şey sormuş ne de söylemişti. Bu sessizlik ablamı iyice delirtmişti. Ne olacaksa razıydı, dövsün, sövsün isterse, ama infazını bekleyen mahkûmlar gibi olmak çok ağırına gidiyordu. Tam bir hafta evde süren sessizlikten sonra, eniştem ablamı karşısına alarak ondan ayrılmayacağını, Arda’nın bu olanlardan haberdar olması halinde onu mahvedeceğini söyleyerek çıkıp gitmiş, zil zurna sarhoş olup gecenin bir vakti eve döndüğünde de ırzına geçer gibi hayvanca sahip olmuştu ablama. Tüm vücudu, yüzü gözü morluklarla doluydu. Olanları ağlayarak anlattığında annem sadece susmuştu, olumlu ya da olumsuz tek bir kelime bile çıkmamıştı ağzından. Bedelin bununla ödenip biteceğine inanmış olmalıydı. Benim midem bulanmıştı. Ablamla konuşmayı, ona sarılmayı, çok üzüldüğümü söylemeyi istiyordum, ama yapamadım.

Bu son konuşmadan sonra eniştem hakkında bir daha hiçbir şey söylemedi ablam. Günden güne içine kapanıyordu. Artık evden dışarı çıkmıyordu. Bize de uğramaz olmuştu. Bütün gün evde oğlunun okuldan gelmesini bekleyerek, yemek yaparak, televizyon izleyerek vakit geçiriyordu. Saçlarını bile taramadığı gün olurdu. Onu sadece annemin pişirdiği yemekleri yukarı çıkardığımda görebiliyordum. Eniştemle karşılaşmaya korkuyordum. Annem de görüşmüyordu. Aynı binada yabancı gibi olmuştuk birbirimize. Bazen okul çıkışında ablamın kapısını çalar, uzun bir süre kapının açılmasını beklerdim. Uykudan yeni kalkmış gibi yüzü gözü şiş kapıyı açardı. Belli ki kendi kendine ağlıyordu. Bir süre sonra ağlamaktan da vazgeçti. Donuk, donuk bakmaya başlamıştı yüzüme. İyice zayıflamış, gözaltlarında mor halkalar oluşmuştu. Bir gün yine Arda’nın sıkıldım diyerek yanımıza inmesinden az sonra büyük bir gürültü koptu dışarıdan. Ardından bağrışmalar… Hemen balkona koştum. Ablam arka bahçede yerde hareketsiz yatıyordu.
                                        ..................................................
-Sokağın boku, püsürü bulaşmış ayakkabılarla namaz kılınan eve mi girilirmiş, diyerek bizi ayağımızı çıkartmadan eşikten içeri sokmayan annem, ablamın defninden hemen sonra eve doluşan insanların ayakkabılarıyla  girmelerine izin verdi. Ben de onun en sevdiği kırmızı yazlık sandaletlerini sokak kapısının önüne bıraktım.



13 Kasım 2010 Cumartesi

istiklal'de bir gece


            
Akşam işten çıkış saatlerine doğru bir heyecan, bir koşuşturma başlar İstiklal'de ve neredeyse sabaha kadar da devam eder. İnsanlar cadde boyunca  aşağı yukarı hareket ederler durmaksızın. Mağazaların vitrinleri spot ışıklarıyla aydınlanır birer, birer. Cadde gelin gibi süslenerek hazırlanır geceye. Ayaküstü yenilen lokantaların kapıları, giren çıkanlarla açılır kapanır. Dönüş yolundakiler çoktan evlerine varmışlardır.  Alemlere akalım havasındakiler de Asmalıya,  Nevizadeye damlamaya başlarlar yavaştan yavaştan. Masalara gelen kocaman tepsilerden mezeler seçilir, rakı bardaklarının üzerindeki  iki parmaklık boşluğa iri buzlar atılır. Bir anda  buğulanan rakı hayranlıkla izlenir içilmeden önce, buzun cama değerken çıkardığı ilk "la" notası ile eğlence başlar.

Önce şerefe, sonra sağlığa, ardından emekliliğe, yeni işe, bekarlığa, evliliğe (buna içeni hiç görmedim) , Ayşe'ye, Fatma'ya, Nazif'e, Süleyman'a derken  masada olan,olmayan herkes için kaldırılır kadehler, bu noktada ben  rakının vefa ile arasının çok iyi olduğunu düşünürüm :)) Kravatlar gevşetilmiş, toplu saçlar sağa sola savrularak açılmış, fethedilmez görünen kale duvarlarında yavaş yavaş irili ufaklı delikler oluşmaya başlamıştır. Yanında sevgilisi, ya da yazılacağı biri bile bulunmayanlar detone sesleriyle  "söyleyin sevgilim nerdeee, istanbul sokakları"nı çığıran çingen şarkıcılara eşlik ederken,  çalgıcının orasına burasına bahşiş sıkıştırırlar.  Birbirlerine tutulmayacak sözleri veren zevat sevecenleşir içtikçe, çünkü rakının arası insancıllıkla da çok iyidir. Mütebessim ifadelerle duymadıkları, duysalarda anlamadıkları konuşmalara kafa sallayıp dururlar sürekli. İşte tam bu saatlerde ya cümbüşün parçası olup ertesi gün yeniden takmak üzere ayağındaki prangaları çıkarıp atarsın, ya da efendi efendi hesabını ödeyip kalkarsın. Ortası olmaz , olsada yakışık almaz. 

                           

İstiklal caddesi ne kadar hareketli, cıvcıvlı ve kalabalıksa, arka sokakları da o kadar ıssızdır Beyoğlu'nun. Gecenin her saatinde tek tük birilerine rastlanır bu hüzünlü sarı sokaklarda. Taksim Hastanesinin yanından Sıraselviler' e çıkılan Liva sokağının dik yokuşunda ağır adımlarla tek başına bir adam ilerler. Az önce önünden geçtiği öpüşüp, koklaşan çiftleri görüp, görmezden gelmiştir. Büyüklük yapayım, utandırmayayım diye düşünür biçare, aslında utanan kendisidir. Çok uzun yıllar öncesinde kalan bu kaçamaklar için yaşlandığını düşünüp,hayıflanır. Sahi, insanlarda bu tür heyecanlar yaş aldıkça solar mı, yoksa bisiklete binmek gibi midir karanlıkta öpüşmek?

                           

Yalnızlar için gelip geçmeye yarayan arka sokaklar ( ki onlar sadece sakin limanlarına giden en kestirme yol olarak kullanırlar buraları), gölge adamlar ve gölge kadınlar için bulunmaz nimettir. Onlar hele bir de aşıksa, sırf  küçük(belki de şehvetli) bir öpücük uğruna karanlığa doğru koşmaya hazır olanlardır. Işıktan uzaklaştıkça gölgeleri büyüyüp karanlığa dönüşenler, karanlığın hangi karaltıları sakladığını akıllarının ucuna bile getirmezler.

                           

Liva sokağına açılan Güllabici çıkmazı  , hep sessiz hep sakin durur bütün bu hengamenin içinde. Akıl hastanelerindeki delileri zapteden eli kırbaçlı gardiyanlara verilen bu adın, sokağa neden verildiği bilinmez. Bilinen, evli bir adama aşık olup ona kuma giden Türkan'ın sokağın sonunda görünen evde artık oturmadığıdır. Her gece o ışığı kimin yaktığını merak eder dururum, tıpkı sokağın adının niçin Güllabici olduğunu merak ettiğim gibi.

                           
                              
Ve kediler... İstanbul'un tüm sokakları gibi, bu sokakların da en az insanlar kadar sahipleridir onlar.
Karın doyurma, iktidarını koruma, hayatta kalma kaygıları bize benzer, lisanları  farklı olsada ;

                      -mauuuuvvvvv, ben sana sıdıkanın yanında dolaşmıcaksın demedim mi laaannnn!
                      -musa abi, yapma abi, o benim dünya ahret bacım abi.
                      -keesss livada görmüşler sizi çöp eşelerken.


                                                           -şışşşşttt, izleniyoruz abi.
                                                           -bu da kim yahu?

Medusa musa ile, sinsi behçet gözlerine flaşı yiyince toz olmasalardı hikayeyi makul bir sona bağlayacaktım elbet. Bizi değil ama teknolojiyi umursadıkları kesin :)


Cihangir'in arka sokaklarından Fındıklı'ya inildiğinde, iş çıkış saatlerine göre epeyce hafifleyen  trafiğin sesinden başka bir ses duyulmaz caddede. Az ötede bambaşka, büyülü, gürültülü bir dünyanın dönmekte  olduğuna ise görmeyen inanmaz. Kendimi ne kadar zorlasam da gece yarısından (benim için 12, bazıları içinse gece 3-4) hemen sonra masayı terkedenlerdenim ben. Hani şu efendi, efendi hesabını ödeyip kalkanlardan yani.  Kulağımda Beyoğlu'nun sesi, yüreğimde ise hiç bir zaman tamamlanmayan bir şarkıyla uslu, uslu ilerlerim Beşiktaş' a doğru.


Beyoğlu'ndan sonra köprünün bu görüntüsü, artçı sarsıntı etkisi bırakır hep benim üzerimde. Sırf bu görüntü için, Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmeye  bayılırım. Tabi, alkollu olup arabayı benim kullandıklarım hariç. :)