31 Ekim 2010 Pazar

öncelikler




Hayatım boyunca önceliklerim arasında tercih yapmakta zorlandım. Her ikisi de benim için önemli iki seçenekten birinde karar kılıp,  diğeri için pişmanlık duyduğum zamanlar oldu. Benim dışımdaki insanların bunu nasıl başardığını hep düşündüm. Onlar da zaman zaman benim gibi yapamadıkları şeylerden dolayı pişman oluyorlar mıydı? Ya da önceliklerini belirledikten sonra bir daha geriye dönüp bakmıyorlar mıydı? Bu sorunun cevabı meçhul, çünkü henüz kimseye sormadım.

Bazen kendim için istediğim şeylerden vazgeçtim, bazen de sevdiklerim için önemli şeyleri kendim için önemli olanların gerisine ittim. Çok kez aynı anda iki yerde birden olabilmeyi istedim. Hiç bir şeyi atlamadan, hepsini gerektiği gibi yaşamayı. Ama bu mümkün olmadı ne yazık ki. Zaman hızla akan bir ırmak gibi önümden geçip giderken, kendiyle beraber benim kaçırdığım anları da sürükleyip götürdü, bir daha geri dönmemecesine. Ve ben o ırmağın kıyısında, eğilip aldığım bir tas suyla kalakaldım.

Şu ana kadar beynimi kemiren, yıllar geçse de unutmayacağım bir kaç pişmanlığım var. Bunları burada itiraf ediyorum. Bazıları bu itirafımı okuyup beni hoşgörme şansına bile sahip değiller, çünkü artık yaşamıyorlar. Onlar için ben kendimi affedebilmeyi umuyorum.

Ve yaramazlık yapıp, anneye söz veren bir çocuk samimiyetimle bir kez daha söz veriyorum. Bundan böyle önceliğimi belirlerken , daha çok kendimi değil sevdiklerimi düşüneceğim ve onlar için önemli şeylerin benim önceliğim olması gerektiğini hep hatırlayacağım.

Bir kez daha söz.

Ve kızımın küçükken bana yaptığı gibi; bin çarpı özür.:)


18 Ekim 2010 Pazartesi

oyun

   

    oyun arkadaşım,
    can yoldaşım,
    suç ortağım,
    sırdaşım...

    sen gidersen ben
    ne yaparım ah!

yol'da



Yalnızca gidişi  olan tek bir yol var sanıyordu kadın,
öyle upuzun, dümdüz uzanan önünde.
Ayaklarına takılsa bile düşürmezdi onu hiçbir taş,
vazgeçmezdi, gözleri kapalı ilerlerdi
ezbere bildiği yoldan.
Geriye dönüp bakmasaydı, anlamayacaktı hiç
yürüdüğü yolun sapaklarla dolu olduğunu
ve bilmeyecekti bu yolun başka bir yol olduğunu.

10 Ekim 2010 Pazar

bugün benim doğum günüm


Son zamanlarda sıkça çocukluk anılarım geliyor aklıma. Bunlar bir eylem, bir olaydan çok duygu ve düşüncelerle ilgili. Sanırım bünye yaşlandıkça hayal ile gerçeğin karşılaştırmasını daha fazla yapıyor insan, benimki de o hesap.

Henüz on yaşındaydım. Annem 39 yaşında ve küçük kardeşime hamile, babamsa daha 40’ların başındaydı. Onlarla benzer yaşta olan arkadaşlarıyla bir aradaydılar o akşam. Konuşup gülüyorlardı, hayatlarından memnun bir halleri vardı. Uzaktan izlerken, artık yaşlandıklarını düşünüp onlar adına çok üzülmüştüm. O zamanlar bana göre yaşlanmak okulu bitirmek, iş sahibi olmak, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak demekti. Hepsini yapmışlardı, daha ne bekleyebilirlerdi ki hayattan? Onları kahkahalarla güldürecek, heyecanlandıracak, çok ama çok mutlu edecek başka ne olabilirdi ki bundan sonra?

O zamanlar hayatla ilgili düşüncelerim bu kadar sığ idi. On yaşındaydım ve elimde nerden baksan elli, altmış yıllık bir ikramiye çeki tutuyordum. Harca, harca bitmez. Neler yapılır neler bu kadar zamanda.

Bugün, o zamanlar yaşlı diye üzüldüğüm insanlardan bile daha büyük bir yaştayım. Ben de okullar bitirdim, uzun yıllar çalıştım, evlendim, çoluk çocuk sahibi oldum. Şimdi soruyorum kendime, bitti mi? HAYIR !

Daha gezilecek görülecek çok yer, söylenecek çok şarkı, tadılacak çok lezzet, sevilecek çok insan, izlenecek çok film, dinlenecek çok müzik, okunacak çok kitap, öğrenecek çok bilgi, şaşırılacak/sevinilecek/ üzülecek/mutlu olunacak çok an, duyulacak çok güzel söz var hayatta. Alınacak nefesim izin verdiği ölçüde hepsini yapabileceğimi düşünmek beni o kadar çok heyecanlandırıyor ki.

Dünya keşfe değer bir yer, yeter ki içimdeki kırmızıyı sağlık problemleri, yersiz kaygılar, değersiz sorunlar soldurmasın. Ben kalanını hallederim :)

6 Ekim 2010 Çarşamba

zaman


Uzun zamandır bekliyorum...

Bugün de diğer günler gibi saat tam 6’da uyandım. Doğruca mutfağa gidip çay suyunu koydum. Suyun kaynamasını beklerken televizyonu açıp haberlere baktım, her sabah aynı haberler. Değişen tek şey spiker kızın kıyafeti ile makyajı, erkek spikerlerinse tüm kıyafetleri birbirine benziyor.

Her sabah yaptığım gibi dolaptan peynir ve reçel çıkarttım. Reçel olmayınca bal koyuyorum, bal da olmazsa tahin pekmez hazırlıyorum çabucak. Suyun kaynadığını gösterir mavi ışık yanınca çayı demledim. Sonra gidip, kapı koluna sıkıştırılmış gazeteyi aldım. Saat 6.32. Kapıcı, Pazar günleri hariç haftanın her günü saat tam 6.3o’da kapıya gazete ve ekmek bırakıp gidiyor.

Çayın demlenmesini beklerken gazeteyi karıştırdım. Eskiden her haberi en ince ayrıntısına kadar okur, sevdiğim köşe yazarlarının görüşlerini merak ederdim. Şimdi ise çok az vakit ayırıyorum. Çünkü, genellikle ilk sayfada aynı kişilerin farklı olaylarından bahsediliyor , üçüncü sayfada ise tam tersi; farklı kişiler, aynı olaylar. Köşe yazarlarınınsa sadece resimlerine bakıyorum. Bazen bu resimler yok oluyor, yerine başka resimler konuyor, o zaman ön sayfayı daha dikkatli okuyorum. Kişiler aynı, olaylar farklı ise üstünde durmuyorum, kişiler değişmişse heyecanlanıyorum ve bekliyorum.

Kahvaltı yaklaşık 25 dakika sürdü. Televizyonu kapatıp, gazeteyi katladıktan sonra holdeki gazeteliğe koyup yatak odasına geçtim. Karışık yatağımın örtüsünü düzeltip, çalışma masamın başına oturdum ve masa lambamı açtım. Bilgisayarın kapağını kaldırınca ışıkları yandı. Şifre kutusuna şifremi yazıp ekranın açılmasını bekledim. Ekranda kocaman bir balıkçı teknesi belirdi. Direklerinde bir sürü Türk bayrağı olan kırmızı bir tekne. İçinde insanlar var, hepsi uzakta bir yere ya da bir şeye bakıyorlar. Neye baktıklarını bilmiyorum. Bu resmi çektiğim günü hatırlıyorum. Pazar günüydü ve hava sonbahar olmasına rağmen çok sıcaktı. Yaz bitmeden arkadaşlarla son bir kez adaya gitmek istemiştik. O gün çok fazla içmiştim. Sarhoş olma planım olduğu için ilk bardağı aç karnına, bir yudumda kafaya dikmiştim. Üçüncü bardağı elime aldığımda rakı etkisini göstermeye başlamıştı. Dördüncüde ağırdan almıştım. İlk üç bardakta hava aydınlıktı, sonuncuda ise karanlık. Günün aydınlıktan karanlığa nasıl geçtiğini hatırlamıyorum. Bu resmi de hava aydınlıkken, teknenin kırmızısı beni cezp ettiği için çekmiştim. Resmi bilgisayara aktarıp büyütünce, insanların hep birlikte bir yere baktıklarını fark ettim. Bizim oturduğumuz sahilin arkalarında bir yere dönüktü yüzleri. Hava karardığında sarhoş kafayla sağımda, solumda, arkamda ne varsa çekmiştim. Tüm resimleri uzun, uzun inceledim. Ancak hepsi de kafam gibi bulanıktı. Balıkçıların baktıkları her ne ise o an’da kalmıştı ve o an akıp gitmişti.

Hiçbir şey yapmadan ekrandaki görüntüye bakmaya devam ettim. Alttaki dijital saat
08.00’ı gösteriyordu. Zaman istisnai günler hariç, her gün aynı hızda akıyordu. Daha yavaş olmalıydım.

Yatak odam, gün ışığıyla iyice aydınlanınca masa lambamı kapattım. Beyaz bir word sayfası açtım ve parmaklarımı klavyenin üzerine yerleştirerek yazdım.
“tekne için zaman durdu, benim içinse hareket etmeye devam ediyor, ta ki ben tamamen duruncaya kadar…”

Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında; yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında…
Ahmet Hamdi Tanpınar