30 Ekim 2012 Salı

çimen kokusu




elimde kocaman bir kevgir,
hani şu gözenekleri küçük, kasnağı tahta olandan...
kırkdokuz yılı derleyip, toplayıp koyuyorum içine.

sallıyorum, sallıyorum, sallıyorum...

yerde kocaman bir öbek.
üzgün, neşeli anılar
ve sadece rüyalarımda görebildiğim
kaybedilmiş insanlar...
binbir çeşit kokular bırakarak
düşüyorlar öbeğin üzerine birer birer.


hüzün kokan karanfil, defne ,
gönlümü umutla dolduran taze kesilmiş çimen kokusu.


sırf şu çimen kokusunun hatırına,
bir kırkdokuz yıl daha beklemeye değer.

10.Ekim.2010

1 Eylül 2012 Cumartesi

kızımın evde son gecesi



Derya , 1 Eylül 2012 dünya barış gününde evleniyor.

Kızımın bekar olarak evde son gecesi. Bu gecenin diğerlerinden farklı geçmesini bekliyordum, oysa her zamanki gecelerden biri. Evde ben dahil herkes, yarının hayatımızda büyük bir değişikliğe yol açmayacağını düşünüyor sanırım. Eş dost telefonla arayıp önce yardıma ihtiyacım olup olmadığını soruyor, ardından da heyecan var mı? Heyecanlı olmadığımı söylediğimde, cevap yeterli gelmiyor olsa ki -üzüntü vardır  o zaman... diye ekliyorlar. Bende ne heyecan, ne de üzüntü; şimdilik bu duygulardan eser yok. Sanki değişen hiç birşey yok gibi geliyor bana. Normal değil miyim acaba?

Ama bir durgunluk var üzerimde . Bir ağırlık, bir yavaşlık... Ne koşuşturmak istiyorum bir şeylerin peşinde, ne de ruhumu  koşturmak. Tabiatıma çok aykırı olmakla beraber, bilerek yavaşlattım kendimi. Başıma gelenleri sakin, dingin bir şekilde yaşamak istiyorum sadece. Belki de geçen kış kızın evliliği, oğlanın üniversite sınavı derken sürekli  koşuşturmak zorunda kaldığımdandır, kimbilir? Artık ortalık sütliman, herşey yoluna girdi çok şükür.

Bu dinginliğin arasından damla damla bir hüzün süzülüyor,farkettiğim. Hüznün üzüntüyle hiç alakası yok bana göre. Üzüntüde geçip gitme vaadi var, ardından da sevinç beklentisi. Oysa  hüzün  yaşanmışlıkların bir sentezi ve daha derin, daha köklü bir duygu. Bir kayıptan, ya da travmadan beslenmiyor, anlamak, hissetmek ve özgür bırakabilmekle alakalı çoğu zaman. İçinde çokça da kabul edişi barındırıyor ayrıca. Bu nedenle yorucu bir mücadele olmaktan çok, dinlendirici ve sakinleştirici bir hissediş. Savaş değil , barış hali.

Bundandır ki ben kızımı yeni hayatına yolcularken hissettiğim sadece hüzün ve gurur. Yarın dökeceğimden emin olduğum birkaç damla göz yaşı ise , tanığı olacağım görsel tablonun şahaneliğinden . Ve ben bu manzarayı hafızama kazımak için olabildiğince sakin ve telaşsız olmayı planlıyorum, bakalım becerebilecek miyim?

Kızımın adı Derya. Onun adını babasıyla beraber deniz lisesi talebelerinin 19 mayıs törenlerini izlerken koyduk. Kız da olsa, erkek de olsa bu çocuğun adı Derya olsun dediğimizde, gümbür gümbür bir ses  Kaptan'ı Derya Barbaros Hayrettin' in kahramanlık öykülerini anlatıyordu mikrafondan. O zamanlar Heybeli ada deniz lisesinin doktoru olan kocam beyaz kıyafetlerinin içinde ne kadar da yakışıklıydı allahım! Büyük bir aşkla kabul etmiştim bu ismi, bugün gibi hatırlıyorum.

Bu gece Derya 'yı iyi geceler öpücüğüyle tek başına odasına yolladığım son gece. Mutluyum. Huzurluyum. Ve dilimde bir nağme...

Bir firtina tuttu bizi, deryaya kardi
O bizim kavusmalarimiz ah yarim, mahsere kaldi


Mapushanede yata yata, yanlarim cürüdü
Pencerden baka baka ah yarim, ela gözler süzüldü

Yeni cezve yeni cezve, kaynar kaynamaz oldu
O benim nazli yarimin dilleri, söyler söylemez oldu


Renkli rüyalar kuzucuğum...

30 Mayıs 2012 Çarşamba

anneme





Ben ne zaman bu kadar büyüdüm anne? Daha dün senin küçücük kızın, dağlar kızı Reyhan'ındım. Üç yaşlarında babasına "ben bir küçük cezveyim" plağını çalsana diye uzatan, onüçünde bisikletini her hafta sonu söküp, yeniden takan, onyedisinde üniversiteli olan kızın ne zaman büyüyüp evlendi , çocuk sahibi oldu da şimdi kendi kızını evlendirme telaşı içinde?

Peki anne sen nerelerdesin bunca zamandır? Görüyor musun beni bulunduğun yerlerden? Gezmeye giderken oğlan çocukları gibi "elbise giymem, pantolonumu isterim" inadıyla salonun ortasında tepinen,  sabırla "bugün bana, yarın kendine" deyip ev işi yapmaya zorladığın, evlilik aşamasında  "ayıp olur" diye özel konular dahil hiç bir konuda geyik yapmadığın küçük kızın şimdi kaynana olmaya hazırlanıyor , biliyor musun anne?

Ne kadar erken beni bırakıp gittin. Sana artık ihtiyacım olmayacak kadar büyüdüğümü sanırdım ne kadar yanılmışım. Tam da şu sıralar, seninle konuşmaya, dertleşmeye öyle çok ihtiyacım var ki anne.
Eğer bir yolunu bulup bir araya gelebilseydik, sana söyleyecek o kadar çok şeyim var ki...

Şu sıralar aklıma en çok takılan konudan başlayayım;
Hani hatırlar mısın, nişanlımın ailesiyle birlikte bizi ziyaret ettikleri ilk gün vardı ya...O gün ikimiz de çok telaşlıydık. Sen evi derleyip toparlama ve misafire çıkarak bir şeyler hazırlama telaşındaydın, bense kendimi güzelleştirme. O koşuşturma içinde senin hiç farkında değildim. Bir ara ben saçlarımı fönlerken yanıma gelip, önüme oturmuş "benim saçlarıma da bir şekil ver "demiştin. Çok garipsemiştim bu isteğini. Sen koskocaman bir anneydin. Niye güzelleşmeye çalışıyordun ki? Güzelleşmek benim gibi genç, yüreği kıpır kıpır, heyecan içinde olanların hakkıydı oysa. Sen ise bir kadın değildin ki benim gözümde, anneydin o kadar.

Ah annem, canım annem, şimdi olsan da eline ayağına dolanıp öpsem, af dilesem senden. Gençliğimin çiğliği ile sana söylemesem de aklımdan geçenler için pişmanlığımı göstersem. Sen çok güzel bir kadınsın, yorma kendini bırak herşeyi, gel beraber neşe içinde kıkırdayarak ayna karşısında ana kız süslenmenin keyfini çıkartalım diyebilsem. Ama yoksun!

Çağ mı değişti, ben mi değiştim, yoksa kızlar mı bilemiyorum. Ben şu sıralar her akşam kızımı yanıbaşımda buluyorum. Ya internette bana beğendiği bir eşyayı gösterirken, ya da o gün olan bir şeyleri anlatırken. Kızımın bana yaşattığı bu küçük mutlulukları ben sana hiç yaşatamadım anne. O günün şartlarında sıradan diyologlardı bizimkisi. Neşeli bir şeyler anlatır mıydım sana hatırlamıyorum. Gülüyor muyduk seninle; benim kızımla kahkahalarla güldüğüm gibi? Sana kızımın bana taktığı gibi küçük sevimli bir lakap takmış mıydım? Kundiiiiii!!! Takmamıştım, aklıma bile gelmemişti.

Çocuktum anne. Üniversite okumak için dizinin dibinden ayrılıp Ankara'ya gittiğimde de çocuktum, okul biter bitmez evlendiğimde de çocuktum. Belki biraz da geç büyüyen çocuklardandım ben. Seninle sürekli birlikte olduğumuz yegane zamanlar sekiz, on yaşlarımda olduğum zamanlardı. Onda da sokağa çıkmak için senin başının etini yer dururdum. Ne güzel , ne sabırla tutardın beni evde.
-Canım sıkılıyoooooorrr !!
-Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz !
Şimdi beni güldüren, o zamanlar çileden çıkartıp hırsımdan ağlamama sebep olan o laflar. Bir de her isteğime, şarkı söyleyerek cevam vermelerin vardı. Ona da çok kızardım. Meğer sen de sıkılıyor muşsun anne. Şimdi anlıyorum. Hiç kendin olamamanın, zamansız olmanın, herşeyden sorumlu anne ya da eş olmanın ağır yükünü ben sırtımda hissettiğim anlarda  anladım seni, ama geç oldu anne.

Eğer beni duyuyorsan bir kerecik olsun; hasta olmadığın, ben evlenirken hatırladığım
sağlıklı zamanlarındaki halinle rüyama gir. Sen konuşmasan da mahsuru yok, ben anlatayım sana.
Anne olmaktan bazen çok mutlu bazen de çok yorgun hissettiğim zamanları, çocuklarımı, tatlı kızımla benim seninle kuramadığım tatlı sohbetleri, gülüşmelerimizi , onunla gurur duyduğumu, tabi böyle bir evlat yetiştirebilmeyi becerdiğim için kendimle gurur duyduğumu, ama seni böyle mutlu etme fırsatı bulamadığım için kendime kızgın olduğumu anlatayım.

Sen belki beni dinledikten sonra, her zaman olduğu gibi o en tatlı, en güzel, en sabırlı gülümsemenle bana bakar da saçımı yumuşacık okşarsın. Belki o an ben uzun, çok uzun zamandır ilk defa anne değilde, çocuk olmanın tadını bir kez daha yaşarım anne.

Seni çok sevdim, beni hoşgör anne!!!






29 Mayıs 2012 Salı

oh ne ala, dolce vita!!



Yazlığımı satıyorum! İlgilenenler  Sahibinden.com’da verdiğim ilanı tıklayıp, bahçenin en cıvcıvlı haliyle çekilmiş fotoğraflarına bakıp beni arayabilirler, fiyat pazarlığa tabidir.
                                     ………………………………………
Burayı aldığımızın üzerinden tamı tamına onbeş yıl geçti. Dile kolay, bugün kocaman bir delikanlı olan oğlum daha üç yaşlarındaydı  o zamanlar.Geçen bunca yıldan sonra sitede gözle görülür tek değişim; neredeyse olimpik sayılabilir ölçüde inşa edilen yüzme havuzu ile açık spor sahaları. Onun dışında altyapısı yenilenmediği için site içindeki yollar, köy yolları  gibi toz içinde, elektrik ve telefon kabloları eski usul  direkler üzerinden salkım saçak bir vaziyette evlere ulaştırılıyor , bundan dolayı da  şimşek çakıp şiddetli bir yağmur bastırdığında uzun süreli elektrik ve telefon kesintileri kaçınılmaz. Sitenin  girişinde otomatik açılıp kapanan demir kapı ve başında yirmidört saat boyunca nöbet tutan güvenlikçiler , içerideki eski usul uygulamalarla tezat oluştursa da biz site halkı olarak bu havalı görüntüye harcanan paraya değdiği konusunda hemfikiriz.

Öğünç kaynağımız olan  ağaç çeşitliliğiyle , bu yörede en yeşil görünüme sahip  tek yer bizim site. Hafta içlerinde iki gün ortalığı tozutarak dolaşmaya çıkan sebze kamyonundaki çığırtkan çocuğunun sesinden başka duyulabilir tek ses kuşların,böceklerin sesi. Sakinliğe bu kadar alışınca, bunu bozan alışılagelmişin dışındaki her ses insanın ister istemez dikkatini çekiyor.  Tıpkı  geçen yazın ortalarında, çok sıcak bir günün sabahında duyduğumuz ses gibi; 
-Yandııııııııııııııııımmmmmmmmmmmm!!!
-Kibarcıkların Sevda değil mi o? Nereye koşuyor böyle yalın ayak, yarı çıplak… nereye?
-Evet, evet o…Ne olmuş ki??
                                    ……………………………………………
Temmuz ayının başlarında hemen herkes yazlıklarına gelmiş, koca bir kış boyunca evleri , bahçeleri kaplayan börtü böcek, toz ve pislikle savaştıktan sonra  nihayet dinlenebilmek için sahildeki yerlerini almaya başlamışlardı. Ben, bu sahildeki ilk buluşma anlarını her zaman  çok severim. Eğer kendi hayatımda kayda değer fazla bir şey yoksa, başkalarının hayatlarında görmediğim o uzun dönem boyunca olan biteni dinlemenin tadına doyum olmaz. İnsanlar adeta arada geçen süreyi kapatma telaşıyla, koca bir kış olan biten ne varsa anlatma  gayretine girişirler. Bu önemli aşama geçilmeden mesafesiz yakınlaşmalar kurulamaz, teklifsiz zamanlı zamansız gidip gelmelere cesaret edilemez.  Velhasıl kışın oluşan soğukluğun bir çırpıda yaza yakışan biçimde giderilmesi gerekir. Ondan sonra birlikte geçirilecek iki, üç ay her tür sürprize açık bir zaman dilimidir ki , bence yazlıklarda geçirilen bu kısa dönem  ruhun rutinden uzaklaşma çabası ile olası tüm macera, gizem, aşk, heyecan duygularını içinde barındırır. Bir nevi kopma hali... Kış mevsimi ne kadar tutucu ise, yaz mevsimi o kadar liberaldir. Ve o liberalizmin bokunun çıkmaya başladığı an neyse ki yaz biter de insanlar tekrar gönüllü olarak kurulu, muhafazakar düzenlerine geri dönerler.
Her neyse, lafı uzatmadan sahildeki ilk buluşma anına dönelim.
O gün hepimiz temizlenmiş, yeni bakımı yapılmış sahilde, şezlonglarımıza uzanmış güneşin iliğimize kemiğimize kadar bizleri ısıtmasının keyfini çıkarıyorduk ki içimizden biri yüzünü memnuniyetsizlikle buruşturarak uzaktan  Sevda’nın gelmekte olduğu haberini verdi .  Sevda, koltuğunun altına minderini sıkıştırmış, rengarenk yeni sahil giysileri içinde uçuşa uçuşa bize doğru yaklaşıyordu. Yanımıza vardığında elindeki koca hasır çantayı boş bulduğu sandalyeye atıp güneşle benim aramda bir yerde ayakta dikilerek , yüzünde zoraki bir gülümsemeyle "naber kızlar?" dedi.  Bu tavrı bizim kızları genellikle gıcık etse de ben kızamıyordum . Onun kendini ait olmaya zorladığı bu grup tarafından dışlanmaya çalışıldığını bile bile başka seçeneği olmamasından ya da diğer seçenekler arasında en iyisinin bu olduğuna kanaat getirdiğinden dolayı giriştiği  çabada hep acıklı bir yön buluyordum. Evet yakınlaşmanın dozu arttığında bazen çok baskıcı,  geveze olabiliyordu Sevda. Konuştukları yemek tariflerinden, kendini methetmekten, kocasından, çocuklarından yakınmaktan öteye gitmiyorsa da, özünde iyi , saf bir insan olduğunu sezebiliyordum. Belki de belli ölçülerde yakınlaşmanın dozunu kontrol edebileceğime olan yersiz  inancım neden oluyordu buna.  Yine de  onu itiklemeye gönlüm razı olmuyordu işte.
Hemen yanımdaki şezlongu işaret ederek oraya oturmasını söyledim. Onu gördüğüm için memnundum. Sezonu geç açmışlardı hatta  bir ara evlerini satacakları ya da  kiraya verecekleri haberi gelmişti kulağıma. Ama sonra ne olduysa buradaydılar. Kocasının işleri pek iyi değildi son zamanlarda. Artan kriz en çok onları vurmuştu. Aslında hepimiz benzer durumlardaydık ama Sevda’nın konuları abartmada üstüne yoktu. Küçüğün dershane, büyüğün okul masrafları derken sıkışmışlar, ancak doğru düzgün biri çıkmayınca ev boş kalmasın diye gelmeye karar vermişlerdi. Hem oğlan da çok seviyordu burayı. Her şeye rağmen gelebilmek için Sevda’nın, kocasının başının etini nasıl yediğini tahmin edebiliyordum. Burası onun için önemliydi, bir statü göstergesiydi yazlık sahibi olmak. Tavırları iki sene önce kiracı olmaktan kurtulup, bu siteden ev aldıklarında değişmeye başlamıştı. Ona göre yazlık sahibi olmak ayrıcalıktı. Kiracıların sahip oldukları kısıtlı haklara karşın ev sahibi olmak, yönetimde söz sahibi olmak da dahil tüm haklardan istifade edebilmek demekti. Evi aldıkları yaz karı koca yönetimin olağan genel kurul toplantısına  gelip, herkesin gözü önünde havuz ve sosyal tesisler için yüklü bir meblağda ödeme yaptılar. Aslında Sevda için havuz deniz farketmiyordu, bizden başka kimselerle arkadaşlık ettiği yoktu. Diğerlerini kendine çok yakıştıramadığını söylemekten de çekinmezdi. Kocası Mustafa bey ortalıkta fazla görünmez, hafta içi hergün istanbul’dan onca yolu tepip akşamları sahildeki  gün batım seanslarına yetişirdi. Havuza yapılan onca ödeme, haşarılıktan yaz boyunca yüzü gözü yara bere içinde kalan küçük oğulları  Berk içindi. O yaştaki çocukların hepsi aynıdır. Havuzun kenarında sabahtan akşama kadar gürültülü bir neşe ile atlayıp zıplar,  sadece acıktıklarında eve uğrarlar. Özetle bütün bir kış eve kapanıp burada özgürleşen çocuklar da, kafalarını dinleyen anneler de durumlarından  memnundu.
Bizim kızları rahatsız edense, Sevda’daki bu zoraki samimiyet ve neredeyse sonradan görme hallerdi. Bir de onun her kaş, göz hareketinden, şaka ile karışık yapılan esprilerden alınmaları yok mu… Kibar olmaya çalışır ama mümkün mertebe uzak dururdu herkes.  Daha buraya geldikleri ilk sene notunu vermişlerdi onun. Kocası ise ayrı bir alemdi. Pek girişken sayılmazdı. Karşılaştığında da kibarlık sınırlarını zorlayacak kadar eğilip bükülürdü insanların önünde. Ağdalı bir dil ile hal hatır sormalar, ayaküstü  uzatılan sohbetler nedeniyle bu çiftle tesadüfen de olsa rast gelmemek için  yollarını değiştirirlerdi sitedekiler. Sevda ve kocasının yersiz çabaları kadar ifrata kaçıyordu sitedekilerin tavırları. Yine de Sevda ısrarla anlamaza geliyordu olan biteni.
Hafta içi çalışıp sadece hafta sonları gelebildiğim zamanlarda çok dikkat etmezdim ama, emekli olup yaz boyunca burada kaldığım zamanlarda gözüme batmaya başlamıştı bu durum. Gruba tam zamanlı katılan son eleman olarak da çok belli etmemeye çalışıyordum rahatsızlığımı. Sadece diğerlerinden biraz daha ilgili ve yakındım Sevda’ya. Bir gün onun olmadığı bir yerde onlardan bahsederken  “kibarcıklar” deyivermiştim de, o günden sonra gerçek adları unutulmuştu aramızda. Bu isim her zaman güldürmüştü bizi. Gizli gizli gıyablarında yapılan alayın baş mimarı olmuştum istemeden ama çok da masum sayılmazdım.
Onu yanımızda oturmaya cesaretlendirirkenki hallerime karşı, “sen yok musun, sen” der gibi  hınzırca göz kırparak gülümsedi içimizde en uyanık olan. Sevda ise gruptaki sessizliğe aldırış etmeden yayıldı gösterdiğim yere. Bir yandan soyunup dökünürken, öte yandan, temizlik yapmaktan, çocuklardan, kocasından, annesinin huysuzluklarından bezdiğinden bahsediyordu. Ne zaman o bildik mesafe kalkmıştı da , içli dışlı oluvermiştik anlayamadık hiçbirimiz. “Yeni yazlık cicilerini nereden aldın?” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım. Hemen  işveli bir edayla bunları pazarlardan bulup buluşturup kendine yakıştırma konusunda ne işbilir , ne becerikli bir kadın olduğunu anlatmaya başladı. Saf mıydı, zeki miydi anlamak güç. Ama haklı olduğu bir konu vardı, o da ne giyse yakıştırdığıydı. Güzel sayılmazdı ama ufak tefek, çıtır pıtır bir  kadındı. Zevkliydi üstelik. Vaktiyle moda tasarım kurslarına gittiğinden, kocasıyla evlendikten sonra adamın kıskançlığı yüzünden eve kapanıp kaldığından, böylece bir değerin nasıl heder olup yittiğinden dem vurarak hayıflanırdı her zaman. Onun adına sıkılmıştım, bir yandan da çanak tuttuğum için kendime kızıyordum için için. Uzaklaşmak için denize gireceğimi söyleyip ayaklandım.Tam o esnada  küçük oğlu, yaşıtlarından birkaç çocuğu peşine takmış, ağlayarak yanımıza geldi. Sevda oğlunu ağlar görünce vaveylayı kopardı.
-Yine ne olduuuuu?
Çocuğu havuzdan çıkarmıştı kapıdaki görevli. Tam havuzda arkadaşlarıyla oynarken onu yanına çağırmış ve “site aidatlarını ödemeyenler havuza giremez” demişti o kadar çocuğun içinde. Bunu duyduğumuz an hepimiz donduk kaldık. Burada söz konusu olan bir çocuktu ve ciddi halde rencide edilmişti. Bir kaçımızdan  “aa olmaz ki ama böyle bir şey” sesleri yükseldi. Sevda duyduklarından sonra hemen çantasını toparladığı gibi ayaklanıp bir hışımla havuza doğru yollandı. Ben de arkasından... Adama ağzına geleni bir çırpıda söyledi. Yüzüne kan yürümüş adeta hiddetten morarmıştı. Bu nasıl olabilirdi. Herkesten önce onlar ödeme yaparlardı. Bu ne terbiyesizlikti. Çocuğu havuzdan atma kararını kim vermişti. Bunun hesabı çok fena  sorulacaktı.  Bağrışlarıyla serseme çevirdiği adamın, arkamızdan “ben emir kuluyum ama” diye sızlandığını duydum. Sevda’ yı yalnız bırakmak istemiyordum. Eve çocuk önde, biz arkada birlikte gittik. Sevda yol boyunca söylenmeye devam etti. Kocası akşam gelir gelmez bunun hesabını yönetime soracaktı. Sinirli bir adamdı o, sağı solu belli olmazdı, akılları varsa bu yanlıştan dönerler kötü bir şey olmadan diyordu.
Onu teskin etme çabalarım boşunaydı, yapılan bana göre de yanlıştı. Yönetici dediklerimiz bizler gibi burada oturan site sakinleriydi ve hepsi komşularımızdı. Çocuklarımız arkadaştı. Bu yanlışlığın muhakkak giderilmesi ve ciddi biçimde özür dilenmesi gerektiği konusunda kurduğum cümlelerin hiçbiri Sevda’yı sakinleştirmeye yetmedi. Ben de sustum, bir süre daha yanında kalıp, oradan ayrıldım. Onca zamandan sonra ilk defa içime bir sıkıntı çökmüştü. Eş dost mekanı diye bildiğim yazlığımızda insanlara ceza kesilmeye başlanmıştı, hem de kendi komşularımız tarafından.
Ne Sevda’yı ne de kocasını o akşamdan sonra görmedik. Oysa her akşam üzeri sahile güneş batırmaya inerlerdi. Gelmediler. Gece, gündüz bu konu gündemimize oturmuştu. Yönetime yakın olanlar işin iç yüzünü öğrenip diğerlerine anlatmışlardı. Sevda’lar bu sene herkes ödediği halde yıllık aidatlarını ödemedikleri gibi, ek süre isteme talebinde de bulunmamışlardı. Yönetmelikte belirtilen süre aşıldığında tüm haklardan men edilme cezası zaten eskiden beri vardı ve kabak, ilk bunların başına patlamıştı. Yapılacak bir şey yoktu. Bu konuşmalar dilden dile o kadar çok dolaştı ki, zaman içersinde Sevda tarafında olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye bölündü site sakinleri. Ve görünen oydu ki Sevda tarafında olanlar , ona diğerlerinden biraz daha fazla yakınlık gösteren ben ve birkaç idealistten ibaretti. Geri kalanı çocuğun havuzdan atılarak rencide edilmesi konusunu çoktan unutup, bu olayı şeriatın kestiği parmak acımaz gerekçesine dayandırarak neredeyse “kibarcıklar”dan kurtulma vesilesi olarak görmeye başlamışlardı. Ben çok tepkisel bir insan sayılmam, hatta  idealleri uğruna savaş veren çoğu tanıdığım insanın yanında silik bile sayılabilirim ama bu olayda Sevda’nın en radikal savunucularından biri olarak görülmeye başlamıştım diğerlerinin gözünde. Sanırım bu görüşün oluşmasında neden olan ilk hareketim, olayın patlak verdiği  gün Sevda’nın yanında yer almamdı. Bu böyle de devam etti. Bana göre bu olay çözüme kavuşturulmalıydı, katı kurallar esnemeliydi. Yazlıktaki eski sıcak hava üzerinden esen bu buz gibi havanın defedilmesinin tek yolu sorunu “kibarcıklar”ın şahsından ayrı tutup çözmekti ve ben kimin başına böyle bir şey gelse aynı şeyi düşünürdüm.
Görüşlerimle giderek yalnızlaştırıldığımın farkında olarak olayın üzerinden bir hafta geçtikten sonra Sevda’yı görmek için evine gittim. Kocası verandada oturuyordu. Beni görünce hemen ayaklandı, sandalyesini  verdi, oturmamı bekleyip karısına seslendi.
Sevda’nın beni görür görmez gözlerinin ışıldadığını farketmiştim, bunca sessizliğin ardından hala birilerinin onları unutmadığını bilmekten mutlu olmuştu. Kilo vermiş gibiydi, gözlerinin altı morarmış, bitkin ve bakımsız görünüyordu. Bu hali içimi acıttı. Olan biteni yeni baştan anlattı, anlattıkça hiddetleniyordu. Bir yandan da kocasına yükleniyordu. Bu düşülen durumun tek sebebi oydu, parasızlık suç değildi elbet ama nasıl olurda aidatı ödemediğinden kendisini haberdar etmezdi. Ya da niye gidip araya birilerini sokup ricacı olmamıştı, hep başının dikine giderdi zaten. Karısı tarafından yabancı birinin önünde çocuk gibi azarlanan adam oturduğu yerde ufaldıkça ufalıyordu. Utancından ağzında bir şeyler geveleyip durumu kurtarma çabası içindeydi. Sevda abarttıkça abarttı, adamın beceriksizliğinden, kendinin bu hallere düşmeyecek bir kadın oluşundan, bu aşağılanmayı haketmediğinden bahsediyordu sürekli. İki ateş arasında kalmıştım, geldiğime geleceğime pişman olmuştum. Ne desem Sevda’yı susturamıyordum. Beni görünce zembereği boşalmış saat misali kontrolden çıkmıştı iyice. Bir fırsatını bulup ayaklandım ve kaçarcasına oradan uzaklaştım. Bu iyi niyetim faciayla sonuçlanmıştı benim için. Arkadaşlar uzak durmakla akıllılık etmişlerdi, Sevda tehlikeli derecede kontrolsüz bir kadındı ve insana zarar veriyordu. Bir an önce tası tarağı toplayıp, yazlıktan ayrılmalarını diledim içten içe. Kızlara bu konuyu hiç açmamaya karar verdim. Hem yanlış tarafta yer almış, hem de yüzüme gözüme bulaştırmıştım herşeyi. Onların sorununa çözüm bulamadığım gibi, kendim de sorun sahibi olmuştum. Kocası yönetimde görevli olan arkadaşlarım beni kibarca uyarıyorlardı, kimden taraf olacağını iyi düşün diyerek.
O gece yatağımda, kafama üşüşen düşüncelerle sıkıntı içinde bir o yana, bir bu yana dönerken uyuyakalmışım.
                               …………………………………………………
Sabaha karşı ,sitenin bol ağaçlıklı sokaklarından birinde  nefes nefese koşuyordum. Peşimde birisi vardı, bir kadın.  Gece, yarasaların çıkardığına benzer tiz ve keskin çığlıklar atarak beni kovalıyordu. Çok korkmuştum. Peşimdekinin kim olduğunu göremiyordum, sadece bir siluetti. Ne kadar uzağımda olduğunu anlamak için başımı çevirip baktığımda, elinde ışıldayan bir şey tuttuğunu farkettim , bir bıçak. Çeliğin pırıltısı havada asılı kalmış, sürekli beni takip ediyordu, aramızdaki mesafe giderek daralıyordu. Kalbim göğsümden dışarı fırlayacakmış gibi hızlı atıyordu. Yardım istemek için bağırmaya çalışsam da nafile, sesim yoktu, duyduğum tek ses kadının çığlığıydı. Sanki ensemde bitmiş, öldürücü hamleyi yapmak için bekliyordu. Sırtımın ortasında keskin bir acıyla yere yığılmayı beklerken gözlerimi açtım. Rüya görüyordum. Sıcaktan ve korkudan ter içinde kalmışım. Derin bir nefes alarak ayılmaya çalıştığımda o keskin çığlığı tekrar duydum.
-Yandııııııııııııııııımmmmmmmmmmmm!!!
Kabusumdaki kadar korkutucu olmaktan ziyade acı dolu bir feryattı bu. Dışarıdan geliyordu.  Koşarak pencereye gittim. Kocam  bahçeye çıkmıştı çoktan. Onun peşinden ben de aşağıya indim. Verandaya çıktığımda  onu gördüm. Dehşete kapılmış yüz ifadesiyle , üstü başı perişan halde, yalınayak denize doğru koşan Sevda.
Kimi pencerelerinde, kimi üzerinde pijamalarla bahçelerde, bir kaçı da sokağa dökülmüştü insanların. Hepimiz önümüzden akıp giden bir filmi izler gibi şaşkınlıkla izliyorduk Sevda’yı. O bizden uzaklaşıp sahile doğru koşarken , arkasından kalabalık bir insan topluluğu da onu takip etti. Beton iskelenin oraya geldiğimizde , Sevda’nın beş adım gerisinde durduk. Neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Sevda denizin üzerinden uzaklara doğru bakıyordu . Açıklardan küçük bir balıkçı teknesi arkasına boş bir sandalı takmış bize doğru yaklaşıyordu. Boş sandalı iskeleye bağlamaya çalıştıklarında, gövdesindeki  kırmızı lacivert çizgiler üzerinde atlayan beyaz yunus resmini hepimiz görmüştük. Sevda oracıkta yere yığıldı kaldı, bir yandan  tarazlanmış saçlarını yolarken “Mustafaaa, Mustafaaaaaa” diye ağlıyordu. Ah Sevda, havalı Sevda… Bu sandala, devasa büyüklükteki  bir yata biner gibi eda ile binen Sevda…Sana ne oldu böyle zavallı Sevda?
Sahipsiz sandal, ceviz kabuğu gibi suyun üzerinde salınıp dururken Sevda’nın arkasındaki kalabalık korka korka ona doğru ilerledi. Kimi koluna girip yerden kaldırmaya uğraşıyor, kimi teselli verici bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Sevda bitmişti. Oğlu denize doğru haykırıyordu sürekli. “Babaaaaa, babaaa”. Sandalın içinden toplanıp torbaya konan boş bira şişeleri, şıngır şıngır sesler çıkartarak çöp varilini boyladılar, suç unsurunu ortadan kaldırma telaşı ile. “Çok içmiş, çok” dedi birisi, “sarhoşken düştü herhalde” diye fısıldadı yanındakine.  O gün Sevdanın evinde akşama kadar sessiz kalabalıklar doldu, boşaldı. Biraz da mahçubiyet seziyordum gelenlerin yüzünde. Kısacık bir an, o da Sevda’yı gördüklerinde sadece. Sonra aralarında mırıldanarak terkediyorlardı orayı. Konuşacak yeni bir konu çıkmıştı herkese. Sonraki günlerde gönüllü ekipler oluşturuldu Mustafa beyi denizde, kıyı boyunca aramak için. Haftalar geçmesine rağmen hiçbir ize rastlanmadı. Giderek ümidini kesmeye başlıyordu insanlar. İki hafta sonra Sevda’nın ağabeyi gelip onları toparlayarak İstanbul’a götürdü. Evin tüm perdeleri çekilip kapıları sımsıkı kapatılınca ıssız ve ürkütücü göründü gözümüze. Geceleri hiç birimiz o evin sokağından geçmez olmuştuk. Sohbetlerimizde, Sevda ve kocasından bahsederken özellikle  “kibarcıklar” demekten kaçınıyorduk.
Yazlık , aslında Mustafa beyin kaybolduğu sabah bitmişti ama bizler inatla ağustos ayının sonuna kadar kaldık. İçimizde hep bir ümit oldu Mustafa beyin bulunması ile ilgili. Teknesi olup denize açılan kim varsa dönüşünü merakla bekledik. Ama hiçbir şey çıkmadı. Adam buhar olup uçmuştu sanki.
Bu sene baharda evi yoklamak için bir hafta sonu yazlığa gittik. Çocukları okullu olmadığı için yazlığını erkenden açan birkaç yazlıkçıyla karşılaştık sahilde.  Geçen koca bir kışın ardından yokluğuna yeni bir hikaye yazılan Mustafa beyle ilgili konuşulanlar ilginçti.Ne yalan söyleyeyim, ben de inanmak istedim anlatılanlara.  Hikayeye göre de o gece karısının aşağılayıcı, ağır sözlerine dayanamayıp önce evde, sonra da bir başına sandalla açılıp denizin ortasında içip içip en yakın sahilde karaya çıkıp izini kaybettirmişti Mustafa bey. Zaten işlerinin iyi gitmediği, uçan kuşa borçlu olduğu herkesçe malumdu. Helal olsundu adama, bundan iyi plan yapılamazdı. Hem dırdırcı bir kadından, hem de borçlarından kurtulmuştu bir hamlede. Şimdi kimbilir hangi sıcak sahillerde yeni bir hayata yelken açıp terütaze hatunlarla gününü gün ediyordu. Ohh ne ala, dolce vita!!!

2 Mayıs 2012 Çarşamba

kendimi ayıpladım!!!






İşte şimdi bu hiç olmadı!! Kendimi ayıpladım... Yaz tatillerinde edinilip, okullar açılınca sokağa bırakılan evcil hayvanlar gibi, evlatlık alıp ihmal edilen küçük çocuklar gibi boş bırakmışım blogumu, bu hiç iyi değil.

Uzun zamandır sadece bloga değil, word sayfalarına bile yazamıyorum, hatta uzun zamandır doğru düzgün okuyamıyorum bile. Elimde haftalardır sürüncemede olan 600 sayfalık kitabın topu topu 200.sayfasına gelebildim. Yarım kalmış Kafka'nın Dava'sı ve ambalajı hiç açılmamış Doris Lessing'in Altın Defter' i de cabası. Sadece istediği alanlarda okumak kaydıyla bir kitap kurdu sayılabilecek kocamın getirip önüme koyduğunda, neden aldığımı ve varlığını hatırlamakta zorlandığım Altın Defter'im...

Bu rezalet! durumumun bir çok açıklaması var tabi ama yine de hiçbirisi bana kendimi iyi hissettirmiyor. Bugün; uzun zamandır sadece maillerime bakmak için kullandığım bilgisayarımı kapatmak üzereyken, eski bir dostu aniden hatırlamışçasına tıkladığım blog adresimden açılan ekranı gördüğümde ne kadar şaşırdım bilemezsiniz. Birincisi; blogumun formatı değişmiş. Sağolsun blog yöneticileri bir kere açılıp hiç hareket görmesede mudileri olan biz blog kullanıcılarını, aktif kullanıcıların faydalandığı nimetlerden mahrum bırakmıyorlar. Ben olsam makul bir süre sonra inaktif olan blog adreslerini dondurup o tembelleri cezalandırırdım. Allahtan benden daha aklı selim insanlar var bu sanal alemde:)

Blogumun ana sayfasında beni şaşırtan ikinci konu da takipçilerimdeki artış... Yeni izleyicilerimi tanımıyorum, ama tanımak isterdim. Bu yaratmaktan yoksun paylaşımcının kabız üretimlerini izlemeye niye heves ettiler ki acaba? sormak isterdim. Blogumu heves, güves  oluşturduğum ilk günlerde takipçi toplamak için yaptıklarımı  hala hatırlıyorum. Buna rağmen en son baktığımda izleyici sayım iki elin parmakları toplamından azdı, oysa şimdi iki haneli rakamlara ulaşmış durumdayım. Bu katılım beni şaşırttı ve teşvik etti .Ayrıca kendimi 14 adet kıymetli takipçime karşı sorumlu hissetmeme yol açtı. Bundan böyle yeniden ,adı Paylaşmaca olan bu zeminde aklıma gelen hikaye, günlük deneyim, bence enteresan , acıklı, sevinçli ne kadar olay varsa sizlere aktaracağım. Bunu arızalı aklın ürkütücü ve tehdit kokan bir sözü olarak algılamamanızı umuyorum. Ayırdığınız vakte değmesi için yüreğimi ve kafamı patlatacağımdan emin olabilisiniz. Bu kadar diyorum, başka da bir şey demiyorum, en kısa zamanda tekrar görüşmek üzere ...