13 Kasım 2010 Cumartesi

istiklal'de bir gece


            
Akşam işten çıkış saatlerine doğru bir heyecan, bir koşuşturma başlar İstiklal'de ve neredeyse sabaha kadar da devam eder. İnsanlar cadde boyunca  aşağı yukarı hareket ederler durmaksızın. Mağazaların vitrinleri spot ışıklarıyla aydınlanır birer, birer. Cadde gelin gibi süslenerek hazırlanır geceye. Ayaküstü yenilen lokantaların kapıları, giren çıkanlarla açılır kapanır. Dönüş yolundakiler çoktan evlerine varmışlardır.  Alemlere akalım havasındakiler de Asmalıya,  Nevizadeye damlamaya başlarlar yavaştan yavaştan. Masalara gelen kocaman tepsilerden mezeler seçilir, rakı bardaklarının üzerindeki  iki parmaklık boşluğa iri buzlar atılır. Bir anda  buğulanan rakı hayranlıkla izlenir içilmeden önce, buzun cama değerken çıkardığı ilk "la" notası ile eğlence başlar.

Önce şerefe, sonra sağlığa, ardından emekliliğe, yeni işe, bekarlığa, evliliğe (buna içeni hiç görmedim) , Ayşe'ye, Fatma'ya, Nazif'e, Süleyman'a derken  masada olan,olmayan herkes için kaldırılır kadehler, bu noktada ben  rakının vefa ile arasının çok iyi olduğunu düşünürüm :)) Kravatlar gevşetilmiş, toplu saçlar sağa sola savrularak açılmış, fethedilmez görünen kale duvarlarında yavaş yavaş irili ufaklı delikler oluşmaya başlamıştır. Yanında sevgilisi, ya da yazılacağı biri bile bulunmayanlar detone sesleriyle  "söyleyin sevgilim nerdeee, istanbul sokakları"nı çığıran çingen şarkıcılara eşlik ederken,  çalgıcının orasına burasına bahşiş sıkıştırırlar.  Birbirlerine tutulmayacak sözleri veren zevat sevecenleşir içtikçe, çünkü rakının arası insancıllıkla da çok iyidir. Mütebessim ifadelerle duymadıkları, duysalarda anlamadıkları konuşmalara kafa sallayıp dururlar sürekli. İşte tam bu saatlerde ya cümbüşün parçası olup ertesi gün yeniden takmak üzere ayağındaki prangaları çıkarıp atarsın, ya da efendi efendi hesabını ödeyip kalkarsın. Ortası olmaz , olsada yakışık almaz. 

                           

İstiklal caddesi ne kadar hareketli, cıvcıvlı ve kalabalıksa, arka sokakları da o kadar ıssızdır Beyoğlu'nun. Gecenin her saatinde tek tük birilerine rastlanır bu hüzünlü sarı sokaklarda. Taksim Hastanesinin yanından Sıraselviler' e çıkılan Liva sokağının dik yokuşunda ağır adımlarla tek başına bir adam ilerler. Az önce önünden geçtiği öpüşüp, koklaşan çiftleri görüp, görmezden gelmiştir. Büyüklük yapayım, utandırmayayım diye düşünür biçare, aslında utanan kendisidir. Çok uzun yıllar öncesinde kalan bu kaçamaklar için yaşlandığını düşünüp,hayıflanır. Sahi, insanlarda bu tür heyecanlar yaş aldıkça solar mı, yoksa bisiklete binmek gibi midir karanlıkta öpüşmek?

                           

Yalnızlar için gelip geçmeye yarayan arka sokaklar ( ki onlar sadece sakin limanlarına giden en kestirme yol olarak kullanırlar buraları), gölge adamlar ve gölge kadınlar için bulunmaz nimettir. Onlar hele bir de aşıksa, sırf  küçük(belki de şehvetli) bir öpücük uğruna karanlığa doğru koşmaya hazır olanlardır. Işıktan uzaklaştıkça gölgeleri büyüyüp karanlığa dönüşenler, karanlığın hangi karaltıları sakladığını akıllarının ucuna bile getirmezler.

                           

Liva sokağına açılan Güllabici çıkmazı  , hep sessiz hep sakin durur bütün bu hengamenin içinde. Akıl hastanelerindeki delileri zapteden eli kırbaçlı gardiyanlara verilen bu adın, sokağa neden verildiği bilinmez. Bilinen, evli bir adama aşık olup ona kuma giden Türkan'ın sokağın sonunda görünen evde artık oturmadığıdır. Her gece o ışığı kimin yaktığını merak eder dururum, tıpkı sokağın adının niçin Güllabici olduğunu merak ettiğim gibi.

                           
                              
Ve kediler... İstanbul'un tüm sokakları gibi, bu sokakların da en az insanlar kadar sahipleridir onlar.
Karın doyurma, iktidarını koruma, hayatta kalma kaygıları bize benzer, lisanları  farklı olsada ;

                      -mauuuuvvvvv, ben sana sıdıkanın yanında dolaşmıcaksın demedim mi laaannnn!
                      -musa abi, yapma abi, o benim dünya ahret bacım abi.
                      -keesss livada görmüşler sizi çöp eşelerken.


                                                           -şışşşşttt, izleniyoruz abi.
                                                           -bu da kim yahu?

Medusa musa ile, sinsi behçet gözlerine flaşı yiyince toz olmasalardı hikayeyi makul bir sona bağlayacaktım elbet. Bizi değil ama teknolojiyi umursadıkları kesin :)


Cihangir'in arka sokaklarından Fındıklı'ya inildiğinde, iş çıkış saatlerine göre epeyce hafifleyen  trafiğin sesinden başka bir ses duyulmaz caddede. Az ötede bambaşka, büyülü, gürültülü bir dünyanın dönmekte  olduğuna ise görmeyen inanmaz. Kendimi ne kadar zorlasam da gece yarısından (benim için 12, bazıları içinse gece 3-4) hemen sonra masayı terkedenlerdenim ben. Hani şu efendi, efendi hesabını ödeyip kalkanlardan yani.  Kulağımda Beyoğlu'nun sesi, yüreğimde ise hiç bir zaman tamamlanmayan bir şarkıyla uslu, uslu ilerlerim Beşiktaş' a doğru.


Beyoğlu'ndan sonra köprünün bu görüntüsü, artçı sarsıntı etkisi bırakır hep benim üzerimde. Sırf bu görüntü için, Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmeye  bayılırım. Tabi, alkollu olup arabayı benim kullandıklarım hariç. :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder