Yıl 1978. Mülkiye’yi kazanmışım. Ailem İstanbul’da yaşıyor,
ben Ankara’da okuyacağım. Babam için bu öyle fazla ki… Kestirip attı tabi, -olmaz!
diye. On yedi yaşındayım, evden bir
vasıtaya binip tek başına gittiğim yer sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Yine de gideceğim diye diretiyorum. Babamın izin vermek istememesini anlamam
mümkün değil. O kadar büyük, o kadar güçlüyüm ki oysa… Sonuçta emir, demiri keser derler ya, yanlış
bence. Demir dik durursa hiçbir şey olmuyor. Ben gittim. Tabi binbir tembih
ile. Olaylara karışılmayacak, hiçbir kağıda imza atılmayacak; öyle ki okul
idaresinden verilen evrakları bile imzalamaktan imtina ettim başlarda; sanırım ana
başlıklar bunlardı. Ama yeter de artardı bu kadarı. Öyle karışık zamanlardı ki o
yıllar. Olaylara karışanlar ve uzak duranlar diye ikiye ayrılıyorduk biz gençler.
Karışanlar akılsızdı, asiydi, uzak duranlar temiz aile çocukları. Karışanlar
tukaka, uzak duranlar cici. Ben babam tarafından derslerime çalışıp, akılı uslu
davranıp, okulu tam dört yılda bitirmek üzere Ankara’ya yollanmıştım. Bu koşulu
o kadar içselleştirmişim ki, ilk yıl arkadaşlık ettiğim bir çocukla işler biraz
ciddiye binince, –ayrılmamız lazım, çünkü sen benim derslerime mani oluyorsun
diyerek saçmalamıştım. Nasıl şaşırmıştı kim bilir? Şimdi gülüyorum o hallerime.
Evet, okulu zamanında bitirdim. Olaylara karışmadım. Tek
vukuatım Kızılay’dan bindiğim otobüsün tepesinden atılan bildiriler nedeniyle askerlerce
durdurularak, içinde yaşlısıyla, genciyle, çocuğuyla birlikte ikinci şubeye
götürülmesiydi. Üstümüz başımız aranıp, kimlik bilgilerimiz kontrol edilene kadar aç susuz , güneşin altında, ikinci
şube bahçesinde misafir edilmiştik onların deyimiyle. O bahçede bizim okuldan temiz ve cici olmayan
iki arkadaşı görmüştüm. Onlar beni tanımamıştı muhtemelen, ya da tanımazdan
gelmişlerdi. Çünkü kaka çocuklar da cici çocuklarla dostluk kurmayı
istemezlerdi o günlerde. Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim
sözü büyük ihtimalle o günlerde icat edilmişti.
Biz ciciler sadece safları sıklaştırmak için vardık. Ama benim gibi
baştan tembihli, ümit vaat etmeyen tipler için beyhude zaman kaybıydı bu uğraş.
Sıkı korkardık biz, öyle böyle değil.
İlk yıllardaki saksı bülbülü hallerim, daha sonraki yıllarda
yavaş yavaş kayboldu diyebilirim. Tanıştığım insanlar sürekli siyasetten,
edebiyattan, felsefeden bahsederken benim boş boş bakmam yakışık almazdı. Serde
ineklik var, sürekli okurdum o yüzden. Ne bulursam, kim ne söylerse her şeyi
alır okurdum. Hayatımın edebiyat ve sanat alanındaki ilk açılımı o yıllara
rastlar. Ankara’yı bu yüzden çok severdim. Hala da severim. Orada bir öğrenci
az para harcayarak, tabanvay olarak aynı gün içinde birden fazla etkinliğe
katılabilir. Kişisel donanım imkânlarının çok bol olduğu dönemlere rastlar
benim öğrencilik yıllarım. Hem bu yüzden hem de Ankara’da olduğum için
şanslıydım. Aynı gün iki final sınavına, oradan da bir sinemadan çıkıp diğerine
gittiğimi bilirim. Özellikle rahat lacivert kadife koltukları, müzikal kalitesi,
bugün festivallerde gösterilen türden filmleri ile Çankaya’daki Sanatseverler
derneği favorimdi. Geçenlerde Ankara’ya gittiğimde Akün sinemasının durduğunu, Sanatseverlerin yerinde yeller estiğini gördüm ve çok üzüldüm. Belki başka bir
yere taşınmıştır bilemiyorum, ama o günkü formatını koruyabildiğinden emin
değilim. Eskiden güzel olan ne varsa ya
yok oldu, ya da popülere evrildi ne yazık ki.
AST’ de ki “Kafkas Tebeşir
Dairesi” oyununda tanıdığım Genco Erkal’ın yaşlanmış olmasına karşın hala
eskiden bildiğim haliyle kalmış olmasından duyduğum mutluluğu tahmin edersiniz.
Bugün, artık başka
bir gün… Benim on yedi yaşımın üzerinden sanki yüz yıllar geçmiş gibi. Artık
benim çocuklarım var genç olarak ve onların yaşıtları diğer gençler.
Bizden/benden o kadar farklılar ki…
Gezi parkı direnişinin ilk günlerinde, televizyonlarda izlediğim görüntüler beni epey rahatsız etmişti. Bir takım insanlar ağaçlara sarılmış bırakmak istemiyorlardı, başka insanlarda onları yerlerde sürükleyerek ağaçlardan koparmaya çalışıyordu. Üstelik bunu devlet adına yapıyorlardı. Manzara rahatsız edici olmakla beraber komikti de aynı zamanda. Hayatta bunca şey dururken bir ağacın bu kadar önemli olması garipti. Demek böyle idealist ruhlu insanlar hala var diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bunlar kesinlikle çarşıda, pazarda dolaşırken kibarca bizimle anket yapmak isteyip, hep acelemiz olduğunu söyleyerek ötelediğimiz insanlar olmalıydı. Mücadele verdikleri otoritenin gücü düşünülünce, onların bu direnci pek naif kalıyordu. Nasıl olsa eninde sonunda onların kolları ağaçtan, ağaçların kökleri topraktan kopartılıp atılacaktı. Ama öyle olmadı .
O sahne ekrandan kaybolup yerine başka bir görüntü gelene kadar aklımdan geçenler buydu. Her şey gibi onu da tüketivermiştik üstünde çok fazla düşünmeden. Zaman yönetimini başkalarına bırakmanın sonu budur. Neyi ne kadar düşünmen gerektiğine hep başkaları karar verir ve bunu da çaktırmadan, büyük bir ustalıkla yaparlar. Adına da şimdilerin moda tabiriyle gündem belirlemek diyorlar bu yöntemin.
Ben büyüdükçe, temiz, cici, akıllı uslu özelliklerimin
yanına düşünme özürlü olma sıfatı da eklenmişti farkında olmadan. Herkes benim gibi değildi elbet. Bazıları düşünüyordu.
Hatta öyle çok düşünüyorlardı ki, düşünmekten mutsuzdular. Sürekli yanlış giden bir şeyler olduğunu
bilip, bunu değiştiremedikleri için yılgın, ümitsiz ve karamsar olan
insanlar gördüm çokça. Bunlardan bir kaçı da benim arkadaş çevremdendi. Onlarla
beraber olduğumda bana da sirayet ediyordu bu ümitsizlik. Geleceğe dair tek
heyecanın neredeyse takip edilen dizilerin bir sonraki bölümünü beklemeye
indirgendiği bir hayattı yaşadığımız. Çığ gibi büyüyen bir sıkıntının altında
boğuluyordu bir kısım insan, çoğu zaman nedenini bilmeden.
Sonraki günlerde ağaç ve insan görüntüleri tamamen silindi
hayatımızdan. Ekranlar başka başka sahneler sundular bizlere. Penguenler,
eğlence programları, diziler, her zamanki üçüncü sayfa haberlerini konu alan
görüntüler. Ancak iletişim kaynakları sonsuzdu. Adına sosyal ağ denilen
unsurlarda başka manzaralar paylaşılıyordu sürekli. Gündem belirleyicilere
rakip yeni kanallar girmişti hayatımıza. Orada ,o ağaçlara sarılan
ellerin her türlü baskıya, zorbalığa, dövülüp sövülmeye, itilip kakılmaya
rağmen kopartılamadığından bahsediyordu birileri. Görüntüler öyle alıştığımız gibi gelip
geçmiyordu ekranlardan. Sürekli tekrar, tekrar her seferinde bir yenisi
eklenerek artıyordu sahneler. Üzerinde düşünmek farz olmuştu. Ben de düşündüm.
İçimde her seferinde bir isyan dalgası kabararak düşündüm. Artık başka bir şey
izleyemez olmuştum. Bu gidişe dur diyebilir miydim bilemiyordum ama orada
olmalıydım ben de. O insanların mukavemeti, sabrı içimdeki Donkişot’un
ayaklanmasına sebep olmuştu. Yola koyuldum.
O yolda ağaç başta sadece ağaçtı. Sonra ağaç başka bir şey
oldu. Umut oldu. Tozlarından silkinip ayağa kalkmanın, hayata ve insana duyulan
inancın simgesi oldu ağaç. Onu yerinden
söküp kopartmak, insanın içinden ruhunu çekip kopartmak gibiydi. Buna müthiş
direndi bazılarımız, neyse ki içlerinde ben de vardım. Meydanlarda her
bulunduğumda, daha önce hiç görmediğim insanlarla sanki tanışıyormuşum gibi göz
göze gelip her gülümsediğimde, onlarla bir ağızdan kızdığım ne ve kim varsa her
haykırdığımda, hatta komik ama o zehirli gazı her soluduğumda o ruh gelip iyice
yerleşti içime bir daha hiç çıkmamacasına. Ağaç deyip geçmeyeceksin, bu önemli
bir şey.
Hayatımda hiç olmadığım kadar kaka çocuk oldum son
zamanlarda, hani şu marjinal dediklerinden. Hiç olmadığım kadar umutluyum o
umutsuz görünen tüm diğer dostlarım gibi. Hiç olmadığım kadar genç
hissediyorum, üniversite yıllarımdaki yaşlılığıma inat. Hiç olmadığım kadar
inançlıyım kendime ve insanlığa.
Ben artık Kızılderili’nin söylediği gibi; “ruhumu
beklemiyorum” , çünkü o geldi. Darısı henüz ruhuna kavuşamamış olan
diğerlerinin başına diyorum.
Bu arada en büyük alkışı o bir zamanlar benim gibi olmayan
şimdiki gençler ve hep genç kalanların hak ettiğini söylemeliyim. Onlara sevgi
ve şükranlarımı sunuyorum. Yaşasınlar ve hep var olsunlar !!!
Şahane bir yazı... 78'lilere ithaf...
YanıtlaSilUmarım herkes bir gün dediğin gibi ruhunla buluşur... Yüreğin dert görmesin. Yine de marjinalliği fazla abartma :)
:)) sağolasın. bizim nesil abartsa ne yazar, hücrelerimize kontrol işlemiş bir kere.
YanıtlaSil