24 Kasım 2013 Pazar

dedemin torunları



İnsanın 24 tane torunu olur da hepsini aynı derecede sevebilir mi? Bir çırpıda isimlerini sıralayabilir mi mesela? Ya doğum günleri? 83 yaşındaki babam, sadece bizim doğum günlerimizi hatırlayabildiğini söylüyor utana, sıkıla. Topu topu 4 tane torunu var oysa. Bence burada tarihler, isimler ayrıntı. Cismi ile geriye ne bıraktığı daha önemli insanın. Ben de babamın anne ve babasını hiç tanımamış olmam nedeniyle, anneannem ve dedemden bende kalanları hatırlamaya çalıştım, kuzenlerden birinin face de yayınladığı fotoğrafı görünce.

Annem ve babam Trabzon ' lu, ben ve kardeşlerim İstanbul'da doğup büyüdük. Küçükken nerelisin diye sorduklarında, doğru cevabın ne olduğunu bulmakta zorlanırdım. Kendimi keşfettiğim yaşlarda şuna karar verdim; nereli hissediyorsam oralıyım.

Çocukken her yaz Trabzon'a giderdik. Nereye diye sorduklarında "memlekete" diye cevap verirdik. İstanbul yaşadığımız yerse, Karadeniz köklerimizin bulunduğu yerdi. Ben öz be öz Karadeniz çocuğuydum. İç dünyama doğru his yordamı yaptığım yolculuklarda Karadeniz'in tekinsiz iklimini, çılgın tonlarda yeşilini, rutubetle karışık toprak kokusunu buldum hep. Bütün bunlar doğup, büyüdüğüm mahallede de var olmakla beraber, karşılaştırdığımda fazlasıyla şehirli kalıyordu. Oysa ben tüm gel gitlerimle, Temel fıkralarını bile aratmayacak akıl sürçmelerimle,  denize ve yeşile olan tutkumla tipik bir Karadeniz kadını büyütmüştüm içimde yıllarca.

Dedemin evi yazın dolar taşardı. Hele fındık toplama zamanlarında; gelinler, damatlar, kızlar, oğullar, torunlar derken tam bir curcunaya dönüşürdü ortalık. Herkes gelsin isterdim, dayılarım, teyzelerim, kuzenlerim... Yalnız kaldığım dönemlerde çekilmez olurdu ortam, çünkü o iş gücün arasında  kimsenin beni eyleyecek hali yoktu.

Yazın ikinci yarısında fındıklar olgunlaşır , toplanmak üzere mevsimlik işçiler tutulurdu. Bu işçilerin yedirilip içirilmesi, evin içindeki işler anneannemin gözetiminde gelin ve kızlarca , dışarıdaki işlerse dedemin kontrolünde yetişkin erkeklerce yürütülürdü.  Herkes bu görev paylaşımının gereğini sorgulamaksızın yerine getirirdi.. Evdeki işlere yardım etmek ve küçüklerle ilgilenmek büyük kuzenlere düşüyordu.  Bizim yaptığımız haytalıkları gülümseyerek karşıladıkları, isteklerimizi hiç yüksünmeden yerine getirdikleri için zaman zaman onlar adına üzülürdüm.. O bölgede yetişen kuzenlerle, uzak şehirlerden sadece yılın belli zamanlarında misafir olarak gelen kuzenler arasındaki kültür farkıydı izlediğim. Ve bugün o kuzenlerimi sık göremesem de saygı ve sevgiyle anarım.

Bu çatıyı ayakta tutanların dedem ve anneannem olduğunu , onlar öldükten sonraki ziyaretlerimde anlamıştım.Dedem otoriter bir adamdı, anneannem daha yumuşak görünmekle beraber Karadenizli kadın disiplini vardı tavırlarında. Sürekli ayak altlarında dolaşıp gürültü yaptığımız zamanlarda, dedemin yattığı yerden seslenmesi bile bizi hizaya getirmeye yeterdi. Ne kadar fısıltıyla konuşmaya çalışsak da, gırtlağımızdan kopan gürültülü kıkırdamalara mani olamazdık. Yorgan altlarında, merdiven boşluklarında elimizi ağzımıza kapatıp sesimizi boğmaya çalışırdık, ama korkudan eser yoktu içimizde. O azarların korkutucu olmadığını bilirdik.

Nedense dedemle anneannemi  hep yaşlı olarak hatırlarım. Büyükçe bir odada her daim açık duran karşılıklı konmuş karyolaları, kullandıkları baston, gürültüye, şamataya tahammülsüz yapılarından olsa gerek. Aklım erip  karşılıklı sohbete yatkın yaşlara geldiğimde dedemin her konuda fikir sahibi, erdemli, uzak görüşlü bir adam olduğunu fark etmiştim. O istiklal savaşı gazisi, çok görmüş geçirmiş, akıllı bir adamdı. Azdığımız zamanlardan birinde bizi toplayıp anlaşma yaptığını hatırlıyorum. İşçilerle birlikte fındık toplayacaktık. O da topladığımız fındıkları bizden satın alacaktı.  Ne kadar çok fındık, o kadar çok para.  Bu akıllıca çözümü torunlarım ve fındık bahçelerim olsa bugün ben de uygulardım. Sonuç çok başarılıydı çünkü. Gündüz kan ter içinde belimize bağladığımız sepetleri doldurmaya çalışıp, akşam erkenden yataklara seriliyorduk. Herkes mutluydu.

Dedemin evinde dikkatimi çeken bir diğer olaysa  büyük dayım ile yengem arasındaki ilişkiydi. Annemle teyzemlerin bir  konuşmasında duymuştum; birbirlerine aşıktılar. Aşk o yaşlarda anlaşılmaz bir kelimeydi benim için. Gizlice duyduklarımdan sonra daha bir dikkatle izlemeye başlamıştım onları. Dayım sert görünümlü bir adamdı. Çok konuşmazdı, bizi torunum diye çağırırdı. Polisti ama onu hiç üniformalı gördüğümü hatırlamıyorum. Sadece resimlerde o kadar. Bir tabancası vardı bizden köşe bucak kaçırdığı. Merak da etmezdim zaten. Benim merakım aralarında aşk diye adlandırdıkları her neyse, onu görmeyeydi.

Yengem  gergin beyaz tenli, pembe yanaklı, yeşil gözlü, ışıl suratlı bir kadındı. Genizden gelen bir konuşması vardı.  Oldukça lehçeli ve annemin konuşmasından farklı. Dayıma bakarken gözleri parlardı. O gelince işi başından aşkın olsa da, elinde ne varsa bırakıp yanına koşar, dizi dibine oturup, gözlerinin içine baka baka nasılsın diye sorardı. Bu seremoniyi hiç bıkmadan izleyebilirdim. Bir de yengemin ,dayıma sakal traşı yapma  anları... Dayım traş olmayı bilmiyor muydu? Babam kendi yapardı oysa. Dayım niye yengeme yaptırırdı? Bilmezdim. Ama yengemin de, dayımın da bu işten çok hoşlandığını anlardım. Bu sevda bundan 40 yıl önce, benim yaşlı bulduğum dedemin, anneannemin ve evdeki diğerlerinin gözlerinin önünde yaşanırdı. Dedim ya dedem ve onun zürriyeti çağdaşlarından çok daha olgun ve geniş ufuklu insanlardı. Bilmeyenlerde bunu o evde öğrenmişlerdi.

 Evin en en mutlu olduğum yeri ;sürekli  kurulup kaldırılan yer sofralarının, bulaşık yıkarken bir yandan da başında gülüşüp sohbet edilen kara taş lavabonun,  tam ortasında sürekli yanan ve her daim üzerinde ya da içinde bir şeyler pişen  kuzinenin,  köşede kara bir ağız gibi duran içinde odunlar dizili şöminenin bulunduğu mutfaktı.  Tüm şamata anneannem ve dedem rahatsız olmasın diye sadece mutfakta yaşanırdı.Mutfağın dışındaysa hayat sakindi.

Hatırlıyorum; annemle babam arasında her yaz Trabzon'a gitme tartışması yaşanırdı. Konuşmalarından anlardım. Babam annemin her dönüşünde çok hasta olmasını bahane ederdi sürekli. Ama sebep başkaydı. Anasız, babasız büyüyen, biz gidince evde iyice yalnızlaşan babam sanırım annemin ailesiyle beraber geçirdiği zamanları kıskanıyordu.Haksız da sayılmazdı, annem teyzemlerle çok konuşup, çok gülerdi. Ama yine de giderdik babamın tüm karşı koyma çabalarına rağmen. Bense bitmek bilmeyen uzun otobüs yolculukları, annemin otobüs tutması nedeniyle kusmaları, gittiğimiz zamanlarda diğerlerinin gelmemiş olma ihtimali dışında severdim memlekete gitmeyi.

Memleket yolculuklarımızın ayrı bir hikayesi vardır bende.Yolun bitip dedemin evine yaklaşmakta olduğumuzu içinden geçtiğimiz son tünelden anlardım. Yol boyunca bir çok tünel bulunmasına karşın o tünelin son olduğunu da annemin kusmaya başlamasından...Çıkışı tünele bağlanan Armelit dağına önce tırmanır, sonra da döne döne  inerdik. Tünelden çıkınca heyecandan yerimde duramaz olurdum. Yol boyunca solumda kalan denizdeki kayaları birer birer ezberlemiştim. Dedemin evine gelmeden önce "tombul kaya"yı görmüş olmam gerekirdi. Ondan hemen sonra da sağda yeşillikler içinde, pembe, iki katlı dedemin evi görünürdü .

Yoldan tek tük araba geçtiği için; şimdilerde bu yolun adı Karadeniz otobanı; duran otobüsün sesine hemen çıkardı evdekiler. Önce gençler, sonra da romatizmadan çarpılmış dizlerinin üzerinde bastonuna dayanarak durmaya gayret eden dedem ve anneannem. Kalbim küt küt atardı onları görünce. Valizlerimiz evin girişindeki verandaya konur, ben yengemin şen sevgi sözcükleri arasında armut ve  ilaç kokusu sinmiş dedemle anneannemin sürekli vakit geçirdikleri odaya  adım atardım, şaşkın bakışlarımla . Genelde gelişimiz sabah ile öğle arasına denk düştüğü için , bir süre sonra yorgunluktan anneannemin yatağında sızardım. Gün kararmaya yakın uyandığımda,  zaman ve mekan şaşkınlığı içerisinde başlardı memleket maceralarım.

Bizler küçük, annemler daha gençken ; evdeki işlerden ve havadan fırsat buldukları zaman ; hep birlikte denize giderdik. Teyzemler,  yengem, büyük kuzenler, çocuklar... Deniz, yolu karşıya geçince ,o zamanlar bana çok yüksek gelen dik bir tepenin eteklerindeydi. Yolu uzatmamak için bağ, bahçenin içinden yokuş aşağı yürüye, yuvarlana inmeye çalışırdık. Genelde akşama doğru gittiğimizden; kadınlar elbiseleriyle denize girerken, yetişkin erkek kuzenler tepeden ışık tutarak ortalığı kollarlardı. Her seferinde içlerinde en şişman olan teyzemin denize girdiğinde balon gibi şişen elbisesine bakıp, gülmekten yerlere yatardık.

Eğer sakin bir günündeyse ,sahildeki siyah kumu  hışırtılı köpükler bırakarak okşayan denizin kokusunu ve sesini unutmam mümkün değil. Gazap içindeyken yanına inmeye cesaret dahi edemeyip uzaktan dinlediğim halini de... Bu ses ve koku sadece Karadeniz'e hastır.

Evin ilk katında , girişte ki veranda ,aynı zamanda dedemin kabul odası olan oturma odası, mutfak,banyo, üst katta ise yatak odaları mevcuttu. Tepede çamaşır, pestil, fındık kurutma yeri olarak kullanılan teras vardı. Gündüzleri , fazla ayak altında dolaşmayalım diye terasa çıkmamıza izin veriyorlardı. Orada durup yoldan tek tük geçen arabaları sayardık kuzenlerle. Kaç beyaz, kaç kırmızı , kaç siyah araba....?

Çocuk gözüyle bana çok büyük gelen dedemin evinin ikinci katındaki yatak odalarından biri bizimdi. Evdeki nüfus artınca her odaya yer yatakları konularak , çocuklar karyolalardan yere alınırdı. Odalardaki sandıklar, ve camekanlı dolaplar küçüklere yasaktı. Yasak olduğu için mi, yoksa camekanların ardından gördüklerimin albenisinden mi bilmem o dolaplar çok ilgimi çekerdi.. Benim gibi meraklı bir kaç kuzenin de yardımıyla bir şekilde o dolaplara sızardık. İçinde neler yoktu ki... Dedemin metal bir kutu içinde duran cam enjektörleri, başka bir kutuda dolu ve boş fişekler, çalışmayan  köstekli bir saat, ilaç kutuları, yaprakları sararmış kitap ve defterler,  türkçe - arapça harflerle yazılı notlar, zarfı açılmış, belli ki okunmuş mektuplar, cam bir kavanoz da pamuk, içinde ispirto bulunan bir şişe, gazlı bezler,  dedemin savaş madalyaları, renk renk tespihler ve ağzı açılması yasaklar listesinin en başında olan eter şişesi. Benim merakım enjektörler ve eter şişesinde  yoğunlaşmıştı. Bunu kokladığımızda bayılttığını duymuştuk , o yüzden ağzını açmaya hiç yeltenmedik. Korktuk mu, yoksa olayın çuvala sığmayacak büyüklükte bir mızrak olduğunu mu hissettik bilmiyorum.

Evdeki  diğer yasak da, dedemin yatağının altı, üstü, sağı, solundan ibaret çevresine konmuştu.. Belli ki çok stratejik bir yaşam alanı oluşturmuştu etrafında. Yatağın altında annem, dayım ve teyzemlerin gelemedikleri zamanlarda gönderdikleri yiyecekler, sağında çekmeceleri sadece kendi tarafından açılan bir komodin, solundaki duvarda da asılı bir av tüfeği.

Bu tüfeğin bir hikayesi vardı.  Büyük dayımın oğlu, sülalenin ilk erkek torunu altı , sekiz yaşlarında odada kimsenin olmadığı bir zamanda duvardan o tüfeği alıp kurcalarken kazara beraberindeki arkadaşını vurup ölümüne sebep olmuştu.Bu olay aile için ne büyük dramdı kim bilir. Zaten konu hiç kimse tarafından dile getirilmezdi. Öyle ki kulaktan dolma bilgilerle edindiğim bu hikayenin ayrıntısına hala sahip değilim. Oldum olası içe dönük, fazla konuşmayan bu  kuzenimizin yanına çekinerek giderdik.

Odada ki  ilaç ve meyve karışımı  koku yatağın altından geliyordu. Bu koku eminim tüm kuzenlerin hafızasında yer etmiştir. İlaç kokusu dedemin o yörenin akıl danışılan ulema kişiliğinin yanı sıra şifacı da olmasındandı. Buraya bir çok kişi ya bir hastalığını sormaya, iğne olmaya, ya akıl danışmaya, ya da rüyasını anlatmaya gelirdi. Dedemin herkese verilecek bir aklı, bir cevabı ya da hizmeti vardı. Yörenin ileri gelenlerindendi. Derviş dedin mi akan sular dururdu. Sahilden köye yukarı çıktığımızda sen kimlerdensin diye sorulduğunda, dervişin torunuyum demek itibar görme nedeniydi. Böyle zamanlarda çok gururlanırdım dedemle.Ama yine de yatağın altındaki ganimetleri ortaya döküp, talan etmemize izin vermemesine içerlerdim birazcık. Çocuk aklım bunu dedemin cimriliğine yorardı. Şimdi ise çokça yokluk görmüş bir insanın doğal tavrı olduğunu düşünüyorum.

Hepimiz okullu olup, bir şeyler öğrenmeye başlayınca dedemle aramızda sohbetler başlamıştı. Akıllı sorulara kızmaz sabırla anlatırdı.  Hatta yatağın altındakilerden çıkarıp ödüllendirirdi bizi. Aptalca sorulara ise tahammülsüzdü. Ta o zamanlar akıllı olmanın ve çok soru sormamanın iyi bir şey olduğunu öğrenmiştim. Dedemin bu tutumu, küçükken hiç girmediğimiz bir rekabete yol açmıştı torunlar arasında. Bu rekabet bizim kuşaktan önceye de dayanıyordu üstelik. Yıllar sonra, anne ve babalarımızın da eşlerine varana kadar belli kriterlerle dedemin gözünde sıralamaya tabi tutulduklarını fark edecektim. O zamanlar bu sıralamanın yarattığı gerilimi anlamayacak kadar küçüktüm.

İstiklal savaşı gazisi olan dedemin anlatacak ne kadar çok hikayesi vardı. Atatürk' den hayranlıkla bahsederdi. Zaman zaman özlü sözler ve şiirlerle yanıtlardı çocukça sorularımızı. En çok da sağ elinin baş parmağını nasıl kaybettiğini merak ederdik. Savaşta olduğunu söylediği bu hikayeyi her seferinde sıkılmadan dinlerdik. Bu muhabbetin kurulduğu karyolanın üzerinde, genelde pek değişmeyen yerlerimiz vardı. İçimizde bir nedenle dedemin gözünde öne çıkmış olanlar, ona en yakın mesafede oturup akıllı edalarla sordukları sorularla övgülerin tamamını kapmayı becerirlerdi. Ben daha geride durmayı yeğleyenlerdendim. Yatağın ayak ucu genelde bana aitti.

Kuzenlerim arasında bu rekabete hiç girmeyenler de vardı elbet. Sahilden biraz uzaktaki köyde oturan teyzemin çocukları... Onlarla paylaşımım daha fazlaydı. Teyzemin evi geniş fındık bahçelerinin içinden geçerek ulaşılan dik köy yolunun en tepesindeydi. Bu yolda kaybolma korkusu taşırdım her zaman. Teyzemin benimle yaşıt oğulları ; ışığın sık ağaçların arasından süzülerek indiği, altında görünmeden akıp giden derelerin şırıltısından başka bir sesin duyulmadığı dar patikalardan oluşan bu yolda korkmadan ilerlememe yardım ederlerdi.

Duyma engelli olup, keskin zekasına ve el becerisine hayran kaldığım büyük kuzen bana dilsiz alfabesini öğretmeye çalışırdı ısrarım üzerine. Denize inen dik yokuştan keçi gibi hoplaya zıplaya inerken kucağında ben vardım. İnek nasıl sağılır, ağıla nasıl sokulur, pamuk yatak nasıl kabartılır, ondan öğrendim. İstanbul'da okuyup hafta sonları bizde kaldığı için onunla diğerlerinden daha yakındım. Yine de teyzeme her gittiğimde hepsi tarafından içtenlikle kucaklanırdım. Ne kadar çok verecek sevgileri vardı, en büyüğünden en küçüğüne.

Bütün bu hatırladıklarımdan anlıyorum ki, memleketimin bendeki etkisi büyük. Bizden sonraki kuşak artık birbirine "nerelisin?" diye pek sormuyor. Rahmetli  Barış Manço'nun şarkısında da dediği gibi ;

HEMŞERİM MEMLEKET NİRE? BU DÜNYA BENİM MEMLEKET !
HAYIR ANLAMADIN, HEMŞERİM ESAS MEMLEKET NİRE?
DEDİM YA YAHU; BU DÜNYA BENİM MEMLEKET!




2 yorum:

  1. Müthiş bir roman (belki bir hikâye) gelecek. Sanırım yaşanmışlıklar, ailevi portreler, tüm anılar tükendiğinde... Bekleyeceğiz, başka çare yok. :)

    YanıtlaSil