20 Eylül 2010 Pazartesi

radyo


Hani hep yakınırız ya; bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ülkemize geç girmesinden... Radyoculuk açısından durum tam tersidir oysa. 6 Mayıs 1927’de, dünyayla neredeyse aynı anda başlar Türk toplumunun radyo serüveni. 1 Mayıs 1964’de TRT’nin kurulmasıyla da yepyeni bir ivme kazanır.

Bugün TRT Radyoları; kamu yayıncılığı sorumluluğu, tarafsız ve ilkeli yayıncılık anlayışı, doğru ve güzel Türkçesi, haber, bilgi, eğitim, kültür, müzik, eğlence içeriğiyle; ülkenin her köşesine, toplumun her kesimine seslenmektedir.

(http://www.trt.net.tr/Kurumsal/RadyoTanitim.aspx)
...........................

Yıl 1967, aylardan eylül, günlerden en önemli gün,yani benim okula başlayacağım ilk gün. Sevinçli olmam gerekirken ağlamaktan yorgundum, burukluğum ise bir önceki akşamdan kalmaydı. İlk kez o pazar akşamı abimsiz sofraya oturup yemek yemiştik. Bu bizim evde olağan sayılmazdı, babamın kesin kuralıydı çünkü; yemek saatinde herkes aynı anda sofraya oturmalıydı. Abim istanbul Erkek Lisesi sınavlarında başarılı olarak babamı çok gururlandırmıştı. İstanbul'da oturmamıza rağmen daha yaşı küçük, yollarda telef olmasın diyerek ilk yıl yatılı okumasına karar verilince, okulların açılmasına bir gün kala yerini görmek, eşyalarını yerleştirmek üzere ailecek yola koyulmuştuk.Ve henüz 11 yaşında küçücük bir çocuk olan abim metin durmaya gayret ederek cüssesinden yüz misli büyük demir kapının ardından el sallayıp bizi uğurlamıştı.Olaylar hafızamda kopuk kopuk yer almasına rağmen, duyguları bu günkü gibi net hatırlıyorum. Akşam yemeğinde; nasıldır, ne yiyordur, yanına verdiğimiz yemeklerden yemiş midir, yatmış mıdır şimdi? gibi soruları annemle babam birbiri ardına sıralarken ben sus pus sandalyemde oturmuş onları dinliyordum. Lokmalar ağzımda büyüyüp yanaklarımı şişiriyorlar, yutmaya çalıştıklarım ise birer yumruk olup canımı acıtıyorlardı. Babamın "yesene kızım, sen neden susuyorsun" sorusuyla birden boşaldım aynen zembereğinden boşalmış bir saat gibi. İçimden kopup gelen ağlama seli , göz pınarlarımdan yaş olup fışkırıyordu adeta. O gece çok zor uyumuş olmalıydım. Bir yanda okullu olma heyecanıyla, diğer yandan da abimin yokluğunun çocuk aklımı büktüğü gerçeğiyle başetmeye çalışarak.

İlk ayrılık acısını 6 yaşımdayken böyle tatmıştım ben. Aynı çocuk aklım abimin ayrılığını okulla,başarılı olmakla, çok çalışmakla bütünlemişti. Hem gururlu hem de üzgündük. Demek ki başarı gerekli ve güzel bir şeydi ancak buna varmak için gidilen yol sancılı olmak zorundaydı. Bu yolda fedakarlık, yoksunluk, gerektiğinde özlem,hasret, mutlu son içinse beklemek ve hep beklemek vardı. İşte böyle...

Kalp ne kadar küçükse, yokluğun yarattığı boşluk o kadar büyük oluyor. Benim küçük kalbimdeki büyük boşluğu ise evdeki radyo doldurmuştu.

Bildiğim ilk radyomuz buyuk ahşap kasalı, biri acma /kapama ve ses ayarlamaya, diğeri istasyon bulmaya yarayan iki koca siyah düğmesi olan, istasyonları gösteren cam panelinden dışarı vuran parlak ışıkla odayı aydınlatan, sır bir aletti.Radyonun sırrı; sürekli sesli, neşeli,eğlenceli ve içi yararlı bilgi dolu yabancı bir dünyanın , nasıl olupta bu boyutta bir aletin içine sığıp bizim eve gelebildiğini anlayamamamdandı elbette. Biz o dünyanın sessiz dinleyicileriydik ve hiç görmediğimiz o dünya insanlarının hayal dünyamızda ete kemiğe bürünmelerini izlerdik. Radyonun sırrı, abimin mekanizmayı bir şekilde öğrenip bana anlatmasıyla son bulacaktı ilerleyen yıllarda. Ve biz tatillerde istasyon arama düğmesinin kulağını biraz fazla büktüğümüz için her koparttığımızda babamdan azar işittiğimiz ipin nasıl tamir edildiğini de öğrenecektik aynı zamanda.

Benim gibi radyo kuşağından olup da perşembe akşamları yayımlanan "radyo tiyatrosu" nu ,hafta içinde her sabah annemin takip edip akşam babama en ince ayrıntısına kadar anlattığı "arkası yarın" ları, "orhan boran ve yuki" yi, sabah okula gidiş saatlerime rastlayan "toprağın sesi" programını duymayan, duyduklarından bir şeyler öğrenmeyen hiç kimse yoktur herhalde canım ülkemde.
.........................
Sözünü ettiğim radyo yaz başından bu yana benim evimde duruyor. Çalışıp çalışmadığını anlamak için fişini prize takıp denemek istedim, ancak fiş öyle eskiydi ki evdeki hiç bir prize uymuyordu.İptidai koşullarda başka bir fişle değiştirip tekrar denedim.
Düğmesini çevirince "klik" diye bir ses duyuldu ve bu ses bana tanıdık geldi. En azından alette mekanik bir problem yoktu. Ancak çalıştığını gösterir başka da bir şey yoktu, ne ışık, ne de bir ses. Kapatmak üzereyken hoparlörden tınlamaya eşlik eden bir cizirti geldi. Eğildim, iyice yaklaştım, daha iyi duyabilmek için kulağımı radyoya yapıştırdım. Ses arttı, tok bir vınlamaya dönüştü. Radyonun lambalı olduğunu unutmuştum, bunlar geç ısındıkları için geç açılıyorlardı. Tekrar ümitlendim.İstasyonları büyük bir sabırla tek tek geçtim. Ayar düğmesinin arkasındaki ikinci düğmeyi sonradan farkettim, bununla kanalları değiştirebiliyorduk. TRT I-II-III... Heyecanım artttı, doğru kanal ve istasyonu bulabilirsem radyodan anlamlı seslerin çıkacağından emindim artık .Ses arada bir homurtuya dönüşüyordu, sanki birileri konuşuyordu da çok uzakta olduğu için konuşmalarını anlayamıyordum. Bu bende yayının bugünden değil de, geçmişten geldiği hissini uyandırdı. O sırada Zeki Müren "sevgili şoför kardeşlerim, gözünüz yolda, kulağınız bende olsun" dese hiç şaşırmazdım. Sesin kaynağını bulabilmek için iyice yavaşladım. Artık istasyonlar arasında milim milim ilerliyordum. Ses gidip geliyor, şekil değiştiriyor, yokolmuyor ama anlamlı bir söze de dönüşmüyordu. Anlaşılan radyonun içinde hala bir hayat vardı, ancak bugün benimle buluşmaya niyeti yoktu.
Bu şekilde kulağım radyoya yapışık, elim düğmede ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, keskin ısınmış bakalit kokusuyla kendime geldim. Aleti daha fazla zorlamamaya karar vererek kapatıp, fişini çektim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder